Türkiye'de Dünya'da İlaç Sanayi Gelişme Potansiyelleri Raporu, Türklerin sanıldığının aksine, ilaca fazla para harcamadığını ortaya koymuş.
Eğer hastalığı "çevresel ve kişisel negatiflerin, insan vücudunda yol açtığı sistem bozukluğu" diye tanımlarsanız bu, "sağlıklı bir sonuç" olarak yorumlanabilir.
Ancak hastalığı "normalden çok az bir farklılık gösteren durum" olarak tanımlarsanız bu hiç iç açıcı bir durum değil; özellikle ilaç firmaları açısından.
Önce rapora biraz daha derin bakalım; "Türkiye'de ilaç giderleri, sağlık harcamalarının üçte birini oluşturuyor. İlaca yılda kişi başına 140 dolar harcıyoruz."
Raporu hazırlayan Delolitte firması, kişi başına ilaç harcama sıralamasında ABD: 680 dolar, İngiltere: 257 dolar, Fransa: 378 dolar ve Almanya: 301 dolar" örneğini vererek, bir tür geri kalmışlık vurgusu yapıyor.
Burada akla şu sorular geliyor:
1- Acaba ilaç harcamalarının yüksekliği bir gelişmişlik ölçüsü müdür?
2- Türkler yeterince ilaç kullanmıyor diye hastalıklara karşı bilinçsiz mi davranıyor?
Sanmıyorum.
Öncelikle kişi başına ilaç harcamasının yüksekliği, ilaç endüstrisinin bir "algı değiştirme" başarısıdır. İnsanoğlunun giderek hastalandığının değil... Zira yeni keşfedilen hastalıklarla ilgili araştırmaların sponsorluklarını üstlenen ilaç firmaları da bu sayede ürünleri için yeni pazar yaratır oldular.
Ayrıca herkes hasta; Kalp riski, hiperaktivite, obezite, binlerce çeşit alerji, kolesterol vs...
Daha önce de yazdım; Kadın olmak, başlı başına bir hastalık.
Adet öncesi sendromundan tutun da estetik endişeler pompalanmasına dek her yaştaki kadın, hastalık hastası haline getirilmiş.
Hele ki genç kız olmak, ağır bir vaka!..
Bir başka gerçek; ilaç üretme maliyetinin, bu ilacı pazarlama bütçesinin altında kalması...
Bu da hastalıkların da pazarlanabileceği gerçeğine götürüyor bizi.
Nitekim son 50 yılda irili ufaklı 30.000 (yazı ile otuz bin) hastalık icat edilmesi boşuna değil; bulaşıcı hastalık, sendrom, travma, çeşitli bozukluklar.
Artık her hastalığın bir ilacı olduğu gibi her ilacın da bir hastalığı var!
Bu gelişmeye "disease mongering" yani hastalık ticareti gibi bir adı vermişler.
Şimdi bunun gereği yapılıyor ve sağlıklı insanlardan hasta yaratmanın "bilimsel tabanını oluşturmak için" kamuoyu yaratılıyor.
Amaçlanan; ilaç tüketimini AB Kriterlerinden biriymiş gibi göstermek. Neticede hastalık yaratıcıları, pazarı genişletmek için sağlıklı insanlara ihtiyaç duyar. Hasta olan zaten müşteridir(!) ve pazarı büyütmez.
Tıp STK'ları, hasta birlikleri ve ilaç firmaları sonu gelmeyen medya kampanyalarıyla kamuoyunu; "hızla yayılan fakat ender durumlarda tedavi edilebilen hastalıklar" konusunda uyarmakla meşgul.
Bir hastalık kamuoyunda kabul gördükten sonra, hastalar ve sigorta kuruluşları yeni ilaç ve terapileri hiç şikâyetçi olmadan ödüyor.
Özellikle gıda şirketlerinin ve büyük zincirlerin pompaladığı, "kalite ve hijyen" gibi doğrudan sağlık şantajı taşıyan sloganlara dikkat edin.
Tam bu noktada, sağlık konusunda kaygı ve hastalık üreten araştırmalar, hijyen gıdalar kadar, doktorlara ve ilaçlara da para ödememiz gerektiğini telkin ediyor.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, sağlam insanların en küçük sorunlarını dahi abartmaları için teşvik eden sistem, bizi psikologlara taşıyor.
Peki ya "ilaca az harcıyor diye" küçümsenen Türkler? Rapora bakıyoruz; "2003-2008 arası ilaç pazarımız 2 kat büyümüş. 6.1 milyar dolardan 12.1 milyar dolara çıkmış."
Deloitte Türkiye'den Güler Hülya Yılmaz, ilaçta en büyük alıcının devlet olduğunu söylüyor ve ilave ediyor; "OECD'nin en az harcayanıyız, gelecek yıllarda kişi başına düşen ilaç harcamasında artış beklenmelidir."
Nüfusa bağlı bir artış, kabul edilebilir. Fakat ya sektörel kaygılar?
İlacı bir "ürün", hastayı da "müşteri" olarak genelleştiren küresel sistem, sağlıklı insanları (henüz müşteri olmayan) da hasta etmek için (yeni müşteri) böylesi raporları pompalıyor.
Strateji şu; Sizi gidi geri kalmışlar; AB'den ABD'den daha az ilaç tüketmeye utanmıyor musunuz?
İlaca az para ödüyoruz diye geri kalmış ve az hastalanıyor diye çağdışı değiliz.