Elazığ'daki dünkü deprem, öğrenme tarzımızı sorgulatacak yeni örnekler sundu bize.
Kerpiç evlerin mezar olduğu 51 kardeşimiz ve 34 yaralımız.
Marmara Depremi öncesindeki ezberimiz; "deprem vurdu" kadersizliğine odaklıydı.
20 bine yakın kayıp vererek edindiğimiz bilgi; "deprem değil, bina öldürür" oldu. Bu ezber de eskidi artık. Zira aynı yerdeki binaların bazıları öldürmüyor. Mesela Elazığ'da depremdeki zayiatı "kerpiç"e bağlama kolaylığı. Kerpiç, 10 bin yıldan beri yerel malzeme ile ayakta duran ve yüzlerce depreme direnen bu inşaat modelini "artık betonarmesi var" diye ilkellikle suçlanamaz. Sorun, malzemeden değil, bu malzemeyi hayata uygulayan süreçlerdeki "akılsızlıkta" yatıyor.
Eski kerpiç ustaları şüphesiz "inşaat mühendisi" değildi. Statik dediğimiz "inşaatı ayakta tutma matematiği" tahsilini diplomayla taçlandırmamışlardı.
Fakat yaptıkları, kerpiç malzemesini depremlerde dahi ayakta tutacak, yağışa fırtınaya, kara ve rüzgara karşı yıkılmayacak yöntemleri başarıyla uygulamaktı.
Okul üzerinden yürümemiş dahi olsa, sözel kültür ve usta-çırak ilişkisiyle bu "kerpiç matematiğini" bir şekilde kuşaktan kuşağa aktarılabilmişti. Peki ne oldu da binlerce yılın kerpiç evleri şimdi sapır sapır dökülür oldu?
Baktığımızda bunun sebebi, "betonarmesi varken..." diye başlayan klişeler olmadığını anlıyoruz.
Şüphesiz beton, demir, ahşap, çelik ve benzeri yığınca modern malzeme söz konusudur. Kerpiç belki de bu anlamda asla modern bir yöntem olmayabilir.
Fakat sorun malzeme veya inşaat yönteminden değil, "öğrenmeye son verme" kolaycılığına dayanıyor. Yıkılan kerpiç evler değil, kötü yapılmış evler oldu.
Beton evlerin kötü yapılanlarının da öldürebileceğini 17 Ağustos'ta öğrendik.
Şili'de 8.8'lik bir deprem vardı ve 90 saniye sürdü. Ama Şili, depreme karşı hazırlığını "deprem öncesi" başardığı için, binlerce kayıp vermedi.
Elazığ depremini yanlış okuyup "kerpiç öldürür" diyenlere bir cevap var.
İstanbul Teknik Üniversite'sinin İnşaat Fakültesi'nde yıllar önce yapılmış bir Kerpiç Ev var. İstanbul depremini de yaşayan bu kerpiç ev, yerel malzeme ile yapılan inşaatların ne kadar uzun süre ayakta kalabileceğinin de kanıtı gibi. Fakülte bu evi, kerpiç gibi yerel malzemelerin, "doğru mühendislik" ile pekala kullanılabileceğini göstermek için inşa etmiş. Bu açıdan bakınca sorunun "beton" olmadığı, "akılsızlık" olduğu daha net görülüyor. Betonu 2 bin yıl önce keşfeden Romalıların inşa ettiği Colloseum hala ayakta. Bizim betonla tanışmamız son 50 yıllık bir öykü. Bırakın estetiği, demir ve çakılın doğru karışımını anlamak için dahi çok fazla "zayiat" verdik.
İstanbul, depremden sonra binaların bir zemin sorunu olduğunu öğretti bize.
Bunun için 20 bine yakın can verdik.
Binalara otopark kurmamanın bedelinin sokakları araçlarla işgal ederek "yoğun trafik" ile ödedik.
Elazığ'da öldüren, "deprem" değil, "bina" olduğu tespitinin ötesine varabilmek için bir şeyi açıklığa kavuşturmak gerekiyor.
Kerpiç, çok modern bir malzeme olmayabilir. Fakat yarının dünyasında yıldızı yükselen bir malzeme. İnsanlar "yeşil ev" yaklaşımı ile çevreyle uyumlu, küreyi koruyan ve yerel malzemeyi baş tacı eden yöntemleri önerirken "daha sağlam" diyerek kendimizi betona gömmenin bir alemi yok. Sorun, kerpiç veya beton değil, beton kafalarımızdır. Yerçekimi, kütle denklemi, statik, jeodezi matematiği hala aynı. Newton'un elması hâlâ yere düşüyor. Taşıyabileceğinden daha fazla yük bindirilen kolonlar hala çöküyor. Beton da olsa çelik de olsa kerpiç de olsa...
Sorun, "kerpiç kerpiç üstüne kurdum binayı" diyen ustaların bilgi ve bilgeliğini reddetmektir. Sorun, bilginin hayata geçirilmesi sürecine direnmektir.
Sorun "öğrendiğimiz bu saçma rakamlar hayatta ne işimize yarayacak" salaklığıdır. Elazığ dersi, bu ve benzeri sorunları gündeme getirmesi bakımından fevkalade önemlidir. Hatalardan öğrenmek, bir yöntemdir.
Pek çok ulus da böyle yapıyor olabilir Peki ama bunun daha az maliyetli yöntemi yok mudur?
Krizlerden öğrenmek tamam da bu kadar yüksek maliyet, bir kader midir?