Bugün bütün gözler, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan S400'ler ve Doğu Akdeniz'deki ticari ve askeri haklarımız, PKK-YPG terörü gibi ulusal meselelerin konuşulacağı NATO zirvesinde olacak.
Brüksel'de olup bitene bu pencereden bakan farklı siyasi görüşten yurtseverlerin temennisi ortak.
Söylemeye gerek var mı?
"S400 Saray'ı koruyacak, masraf etmeyelim", "Doğu Akdeniz'de, Libya'da ne işimiz var", "YPG mi Yunanistan mı bizi vuracak Allah aşkına" çıkışları, NATO'daki "karşı tarafın" tezleriyle birebir uyuşan muhalefetin beklentisi için de aynı netlik söz konusu.
Zira bu başlıklarla ilgili Türkiye'nin aleyhine her gelişmeyi, ABD başkanlığı seçim döneminde kendilerine göz kırpan Biden'ın desteğinin devam ettiğini göstergesi sayacaklar.
Özetle, siyasi geleceklerini, yine küresel bir zirvede Türkiye için işlerin kötü gitmesine endekslemiş durumdalar.
Günlerdir Kılıçdaroğlu'nun yaptığı gibi, Biden'a ve diğerlerine, göreve geldikleri takdirde ABD'nin ve AB'nin sıcak bakmadığı projeleri nasıl engelleyeceklerine dair teminatlar veriyorlar.
Ne var ki bu zirveden umduklarını bulacaklarını sanmıyorum.
Öyle ya, ne olabilir ki? Biden yönetimiyle zaten anlaşamadığımız meselelerde bir kez daha mı anlaşamayacağız?
Evet, Biden, seçim dönemi ABD'deki Türkiye karşıtı lobilere ve seçmene mesaj vermek için dozu abartmış, Türkiye'nin içişlerine müdahale anlamına gelen "muhalefeti destekleyeceğiz" türünden aşırılıklara başvurmuştu.
Şimdiyse seçim falan yok. Dolayısıyla Biden yönetiminin Türkiye gibi Orta Doğu'daki ciddi ve etkili bir müttefikle ilişkilerindeki statükoyu değiştirmeye ihtiyacı da yok.
ABD, Yeni Berlin Duvarı'nın örülmeye başladığı Ukrayna'da siyasi ve askeri yığınak devam ederken, Çin'in, Rusya'nın tazyikleri ortadayken, NATO'nun doğu sınırını kollayan Türkiye'nin desteğini maceralara kurban edebilir mi?
Muhalefet, iktidar olmanın yolunun, Türkiye kazanmasına oynamaktan, siyasi bekasını ulusal çıkarlara endekslemekten geçtiğini ne zaman anlayacak?
İktidar olunca mı?
***
FAŞİZM KORONAVİRÜS'TEN DAHA BULAŞICI
Sağlık Bakanı Fahretin Koca, "Cumartesi günü 449.684 kişi aşı yaptırdı. Randevu alanların yüzde 99, 485'i de gelip aşılarını vuruldu" diyor...
Tedarikle ilgili de bir sıkıntı yok. Gazeteciler, avukatlar, berberler derken aşılama da yaş sınırı da 40'a kadar indi.
Kamuoyu araştırmalarına da halkımızın büyük çoğunluğunun aşıya güvendiğini gösteriyor. Bildiğim kadarıyla destek yüzde 65 civarındaydı. ABD ve Almanya gibi Avrupa ülkelerinde de oran aşağı yukarı bu civarda.
E nedir o zaman bu "aşı karşıtları" umacısı?
"Fazilet Durağı" tartışmasındaki güldüren komplo teorilerini akıllara getiren "Toplanıp aşı olmaya gitmiyorlarmış" geyikleri...
Ekranlarda ideal doğum yönteminden çiftçiliğin inceliklerine kadar her konuda uzmanlığına başvurulan ceza hukukçusu Ersan Şen'in ekranlarda yine coşmasının sebebi ne?
Kendisinden dinleyelim:
"Mazeretin yoksa bunun da yaptırımı şudur; 2 yıl, 3 yıl, 4 yıl hapis cezası. Asker ve polis zoruyla evlerine iş yerlerine girip aşıyı yaparsın."
Bir tek o değil tabii...
Kanal 7 ve Ülke TV gibi eski İslamcı arkadaşlarıyla birlikte, farklı gerekçelerle aşı olmayı düşünmeyen bireyleri, "aşı karşıtları" diye taşlayan Ahmet Hakan da en az Ersan Hoca kadar çoşgun":
"Güzel güzel laf anlatılarak, 'yapmayın etmeyin' denilerek, bilimsel ikna çabalarına girilerek falan çözülemez. Polisiye tedbirlere ihtiyaç var."
Daha neler neler... Peynir ekmek yer gibi, "Aşı olmayanı işten kovalım" diyeni mi arasınız, "eğitim hakkını elinden alalım" diye fikir vereni mi?
Yok henüz askere almayalım diyen çıkmadı!
Acaba, normal olanın halkın yüzde yüzünün aynı refleksi vermesi mi olduğunu düşünüyorlar dersiniz?
Ayrıca polis aşılasın türünden fantezilerle aşıya dair vatandaşın kafasındaki soru işaretlerini artırdıklarını akıl edemiyorlar mı?
Bunlara bakınca, virüsler kadar can alan faşizmin ekonomik buhran, salgın gibi toplumsal travmaların ardından nasıl usul usul meşrulaştığını, yaygınlaştığını daha iyi anlıyor insan.