Türkiye devrimci solunun 'alayına isyan' tavrına hepimiz aşinayız. Tanımadıkları ve kendilerine karşı (halkın temsilcileri sıfatıyla) örgütlendiğini düşündükleri bir sistemin tüm resmi bileşenlerine doğal olarak karşıdırlar.
Çünkü bu anlayışa göre, parlamentonun çıkardığı bir yasa, yargının bir kararı ya da belediyenin bir faaliyeti, içeriği halkın çıkarına bile olsa, son tahlilde sistemin devamına hizmet eden bir hamle, bir göz boyamadır.
Devrimci solun şiddeti de meşrulaştıran bu geniş reddiyecilik perspektifinin kendi içinde tutarlı olduğunu söylemek pekâlâ mümkün. En fazla "kazın ayağı öyle değil" der geçerim.
Ne var ki bizde bu ideolojik yaklaşım teorik boyutu göz ardı edilerek daha çok bir 'ergen isyanı' şeklinde tezahür ediyor. E haliyle ortaya da trajikomik bir pozisyon kalıyor. Örneğin yukarıdaki perspektif alamet-i farikası olan DHKP-C gibi bir örgüt, AK Parti gibi çevreyi örgütleyen, reformist bir hareketi "düzen partisi" ilan ediyor. Buna karşın devletin kurucusu ve resmi ideolojinin sözcüsü CHP'yi kendine müttefik seçiyor.
Çelişki bununla da sınırla değil. İllegal grupların desteğiyle CHP-ML pozlarında gezen rejimin kurucu partisi de, kurduğu düzenin işlememesi için yürütme karşısında "anarşist" bir politika izliyor.
Yönettirmeyeceğiz
Bu bir garip devrimci yaklaşım, son dönemlerde aralarında Gülen çetesi gibi kendini muhafazakâr ya da sağda tarif eden yapıların da bulunduğu tüm muhalif unsurların yol haritası haline geldi. Özellikle 2010 referandumundan beri şahit olduğumuz, en az iki yıldır PKK- HDP'nin de dahil olduğu beş benzemez ittifakının genel karakteristiği bu yaklaşım üzerine kurulu.
Gezi'de aralarındaki ilişki kemikleştikçe, söylemlerindeki radikalliğin seviyesi Baader Meinhof'un bile pabucunu dama attı. Tayyip Erdoğan'ın devrilmesi için Esad'ın Türkiye'yi işgalinden de medet umdular. Hürriyet'in bile yayımlamakta sakınca görmediği "PKK T.C'nin batıdaki hedeflerini vursun, ekonomi batsın" hedefini tartışmaktan da...
Bu amorf koalisyonun şimdiki mottosu ise, Gezi'nin kaosunu Kürt sokağına taşımak üzere memur edilen Selahattin Demirtaş'ın solistliğinde dillendirilen "Seni başkan yaptırmayacağız!" MHP liderine kadar Demirtaş'ın bu ezgisine kanon yapmayan da kalmadı.
İşte bugün yaşadıklarımız, temsil ettikleri kesimlerin çıkarlarına zarar vermesi bir yana, idealist politikayı karikatürize eden bu histerik hedefin yegâne sonucudur.
Bozulsun ama düzelsin de...
Halkın yüzde 52 ile Erdoğan'a "evet" dediği cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yenilenmesini bile teklif edecek kadar çocuklaşanlar, "yıkılsın, işlemesin" demekten başka ne diyorlar?
Seçim bitiyor. Sandık aritmetiği ortada. Yıllardır Erdoğan karşısında fiilen yan yana gelmeyi başaranlar, sayısal olarak mümkün olduğu halde ne istedikleri Meclis başkanını seçebiliyor ne de birlikte hükümet kurmaya yanaşıyorlar. Çünkü dertleri kriz aşmak, çözüm bulmak değil, ülkeyi yönetilemez hale getirmek. Öyle ya, yoksa 13 yıl sonra ilk kez topluca da olsa lehlerine elde ettikleri yüzde 49/51 dengesiyle "bir şeyler" yapamazlar mıydı?
Sayelerinde vardığımız aşamada, ne CHP ne de MHP Ak Parti ile koalisyon kurdu. Bu durumda anayasa gereği seçim hükümeti alternatifi belirdi. Bunun yasal olarak yolu, yöntemi belli işte; başka yol kalmadı.
Şimdi söyleniyorlar. "Seçim hükümetine meclis dışından üyeler atanacakmış! Askeri darbe dönemlerindeki gibi! General Tayyip hoş geldin."
Beyazıt Öztürk'ün psikopat karakteri gibi ortalıkta geziyorlar ve sayıklıyorlar:
"Her şey bozulsun istiyorum ama aynı zamanda düzelsin de istiyorum!"