Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

İki şair, iki dost: Necatigil ve Aksal

Yapı Kredi Yayınları iki şairin, iki yakın dostun: Behçet Necatigil ve Sabahattin Kudret Aksal’ın kitaplarını yayımladı. Aksal’ın kitabı Yazılar, Yanıtlar’la Necatigil’in kitabı Vaktin Zulmüne Karşı’yı yan yana görmek çok güzel

Okuma Günlüğü / 5 Şubat 2017
Yapı Kredi'den iki kitap geldi: Behçet Necatigil'in ve Sabahattin Kudret Aksal'ın, iki şairin, iki yakın dostun, iki kuşaktaşın kitapları. Necatigil'in kitabı, Vaktin Zulmüne Karşı adını taşıyor. Düzyazılarının üçüncü cildi. Aksal'ın kitabına da editör Yazılar, Yanıtlar adını vermiş. Aksal'ın yapıtı Necatigil'inkinden biraz daha önce basılmış. İkisini yan yana görmek gene de güzel.
Necatigil'in dergilerde kalmış yazıları, söyleşileri, soruşturmalara verdiği cevaplar toplanmış. Murat Yalçın bu kitapla birlikte Necatigil külliyatının tamamlandığını geride bir şey kalmadığını söyledi. Bundan sonra bulunacaklar define bulmak gibi olacak. Aksal'ın kitabı da öyle: sağa sola yazdığı yazılar, yaptığı açıklamalar, değiniler.
Çok önemli bu kitaplar. Yapı Kredi daha önce heyecan veren bir şey yaptı ve Necatigil'in bütün yapıtlarını Delta serisinde tek ciltte topladı. Çok sevdiğim o diziden çıkan bu kitap için tek eleştirimi yazmıştım: haddinden fazla kalın, ikiye bölünmeliydi. Şimdi bu kitaplarla birlikte Necatigil bir tür 'Pantheon'a yerleştiriliyor. Gerisini edebiyat tarihçileri, doktora öğrencileri bilecek.
Necatigil çok önemli bir şair. Belli ama çok küçük bir çevre yazdıklarını okudu. Popüler şiirlerini ise halk ezberledi. "Hani bir sevgilin vardı/Yedi sekiz sene önce" diye başlayan şiirini (Gizli Sevda) ilk Atilla dayımdan duymuştum. "Nereden öğrendin" dedim, "Radyoda Nedret Gürcan okudu, arayıp buldum" demişti. Sevdiğim şiirlerden değildir. Ama işte böyle popüler bir yanı da var. "Tam otların sarardığı zamanlar/Yere yüzükoyun uzanıyorum" şiiri (Kır Şarkısı) ise Türkçe dersimizin okuma kitabındaydı. İşte onu hâlâ severim. Ne şiirler yazdı. Donmuş Dallarda Çiçek geldi şimdi aklıma. (Bu şiirle Cahit Külebi'nin Özlem şiiri arasında bir yakınlık bulurum: "Şimdi tarlalarda güneş vardır/Karlar donmuştur otların uçlarında"... Üniversiteden sınıf arkadaşıydılar üstelik...)
Necatigil Türkçeye bir cümleyi tamamlamayacağımızı, tamamlamayabileceğimizi (ne sözcük ama!...) öğretti. Eksik söylemenin belki daha tam söyleme olduğunu anlattı. Çok şey öğreti, büyük çabasını buraya sıkıştırmayayım. Söyleyiş biçimi başlı başına bir üslup ve tutum yarattı. Bazıları da onun bazen çok açık ve kolay bazen çok uzak, kapalı ve zor şiirini taklit etti. Zebra'da, Kareler Aklar'da topladığı şiirler değil daha önce Osmanlı şiirine alttan alta gönderme yapan şiirleri taklit edildi. 1980'lerin şiiri maalesef o nedenle bir batağa saplandı. Eski şiirden yararlanmak gereği en büyük savlarımdandır. Ama taklit başka bir şeydir. İkincil, üçüncül taklitler ise ancak bir kültürel tükenişe işaret eder.
Her yazdığında başarılı oldu Necatigil. Radyo oyunları küçük, mücevher gibi metinlerdir. Nerede bir tercümesini bulsam okurum. Sevmediğim bir yazar da olsa, çevirdiği kişi. Daha önce yakın dostu Kamuran Şipal'le mektupları yayımlanmıştı, gene Yapı Kredi'den. Ne kadar duyarlı birisi.
Bende ayrı bir yeri var. Babamın Kars Lisesi'nden edebiyat öğretmeni. Daha doğrusu Necatigil yandaki sınıfa gelirmiş. Babamın hocası hastalanınca onun yerine gelmiş bir süre. Daha o zaman tanınıyormuş şair olarak. Sonra babam derslerini izlemiş. Necatigil'in Türkçeyi düzgün telaffuz etmeyenlere, başıboş cümle kuranlara şiddetle çattığını anlatırdı, "Türkçeye bunu yapamazsınız" dediğini söyleyerek. Hatırlıyorum: Bir yaz Yalova'daydık. De Yayınları o nefis kitaplarından biri olarak Necatigil'in birkaç şiir kitabını bir arada basmıştı. Onu almış okuyordum. Babam da okudu. "Tam" dedi "bu şiirleri yazan adamdı". Evler, Eski Toprak vardı o kitapta. Hâlâ duruyor bende. Ama bu satırları ondan hayli uzakta yazıyorum. Sonra da Necatigil'in kimselerle konuşmadığını, hep yalnız dolaştığını, hep duvar diplerinden yürüdüğünü anlattı.
Bir televizyon programına Necatigil'i konuşmak için kızı Ayşe Sarısayın'la şair Haydar Ergülen'i davet etmiştim. Programı izleyen Erman Abi (Yerdelen) "Bizim" dedi, "Kabataş'ta hocamızdı". Ve aynı şeyi söyledi, kimselerle konuşmazdı, duvarların diplerinden yürürdü. Şimdi bazen Beşiktaş'ta oturduğu evin önünden geçiyorum. Bazen Süslü Karakol Durağı'nın önünden. Selim İleri 1970'lerin ortasında beni götürüp tanıştırmayı çok istedi, biliyordu babamla ilişkisini, "Çok sevinir" dedi ama denk getirmedim. Çok üzgünüm.
Okunuyor mu Necatigil'in şiirleri bugün? Okunmasını dilerim. Her şeyiyle gerçek bir şairidir. Şiirin tartısını, ölçüsünü, veznini, miyarını her şeyini kuyumcu gibi ölçüp biçen, bilen bir şair. Büyük Osmanlı Divan geleneğinden ve bilincinden geliyor. Kendi kuşağını yakından izlemiş. Onca dergiyi, kitabı, edebiyatçıyı başka türlü nasıl yazacaktı? Yazdıktan sonra nasıl bilmeyecekti onları? O kuşak iyi bir şiir aramakla geçirdi ömrünü. Başkalarının yazdığı iyi şiirleri, dizleri kendileri yazmışçasına benimsediler, övdüler. Bir mısrayla bazen günler geçirdiler. Bugün böyle bir duyarlılık kalmadığına göre acaba o duyarlılığın damıttığı şiir okunuyor mu?
Sabahattin Kudret Aksal da öyle. 1940 kuşağının iyimser, güler yüzlü şairiydi. Çok iyi oyunlar yazdı. (Öteden beri şairlerin yazdığı oyunların ayrıca ele alınması gerektiği kanısındayım. Bu kitapta oyunları hakkında birçok açıklamaları var.) Ama öncelikle bir şair. En güçlü şairlerimizden değil. Ama son döneminde şiirini büsbütün inceltti, damıttı. O da az sözcükle, küçük şiirler meydana getirdi. Ben şiirini severdim gençlik yıllarımda. Nahif bir yanı vardı. Necati Cumalı'yla yakınlıklar kurardım. Ama sanırım asıl yakın dostu Salah Birsel'di. Salah Bey'in şiiri ise başlı başına bir serüvendir, çünkü bambaşka bir şiirdir. Necatigil'le de dosttular. Aynı yaşların insanları. Yalnız Aksal varsıl bir insandı diğerlerine göre. Nazlı Eray'ın eniştesiydi diye anımsıyorum. Hep yakışıklılığıyla anılırdı.
Aksal'ın kitabı da bize edebiyat, şiir düşünen ve başka işi olmayan daha doğrusu başka hiçbir şeyi kendisine dert ve iş edinmeyen bir insanı veriyor. Genç şairler bu kitaptan çok yararlanabilir. Sonunda birer poetika kitabı bunlar.
Şiir ve şiir üstüne yazı okunmadan şiir yazılmaz. İki kitap da birer kazanç.

Girard çok şey öğretir

21 Şubat 2019

Rene Girard popüler bir yazar değil. Kitapları dünyanın hiçbir yerinde öyle kolay bulunmaz. Akademiden bir isim. Nasıl tanımlamak gerekir onu? Edebiyat bilimci mi, antropolog mu? Hepsi. Ama resmi tanımı galiba tarihçi. Fransa'da doğmuş, pek görülmeyen bir şey, Indiana Üniversitesi'ne gitmiş, orada doktora yapmış ve Amerika'da kalmış. Dünyanın en iyi üniversitelerinde hocalık... Stanford'da tamamlamış kariyerini. 2015'te 91 yaşında öldü.
Hayatta bazı insanlar vardır. Çok şey öğrenirsiniz onlardan. Hiç tanımazsınız, yakınında bulunmazsınız. Girard benim için öyleydi. Kutsal, kurban, şiddet, öldürmek gibi konularla uğraşırken, daha doğrusu Sabancı Üniversitesi'nde kötülük üstüne dersler anlatırken onu keşfettim. Şiddet ve Kutsal kitabını okudum. Ben bir kitap okuyacağımı sanmıştım. Uçsuz bucaksız bir deniz buldum. Onu Günah Keçisi izledi. Bu iki kitabı okurken elbette Girard'ın bir antropoloji filozofu olduğunu kabul etmiştim.
Ardından da onun bence iki büyük kitabı sayılacak Dostoyevski ve Proust kitaplarına gömüldüm. Sonradan Shakespeare üstüne bir kitabı çıktı. Asıl meselesi mimesis/taklit kavramıyla ilgiliydi. Arzunun tekil ve kendiliğinden olmadığını daima taklitle oluştuğunu belirtiyordu. Mimetik teorinin evrensel isimleri arasına girdi, belki de başını çekiyor. Adına kurulmuş örgütler, dernekler, topluluklar, çalışma grupları var. Türkçeye Romantik Yalan ve Romansı Hakikat adıyla çevrilen yapıtı ise roman konusunda varılabilecek en ürpertici noktalardan birini işaret ediyor.
Girard'ı tarihçi sayıyorlar. Kabul veya reddedeceğim bir iş değil. Ama ben onu her zaman antropoloji-felsefe ekseninde gördüm. Bir de edebiyat kısmı ilgilendirdi beni. Tarihçilik eğitimi görmüş, doktorası da öyle ama kim doktorasının içinde kaldı ki?..
Girard'ın önceden okumadığım bir kitabı yayımlandı: Sanatın Dönüşümü. Orçun Türkay çevirmiş. Benim eski metinlerimde yaptığım gibi biraz fazla öztürkçe sözcük kullansa da çok güzel, akıcı, temiz bir çeviri. Zaten diğer çalışmalarından biliyoruz Türkay'ı. Kitabın Fransızca adındaki 'conversion' sözcüğünü dönüşüm diye çevirmek doğru mu? Yanlış demem. 'Dönüşüm', Turgut Özal'dan beri yerleşik dilde 'transformasyon' için kullanıyor. Ortaokulda bize 'conversion factors' öğretilirdi. Onlara çevirme birimleri derdik. Metreyi foot'a, inch'e çevirme birimi, kiloyu pound'a çevirme. Yani dönüşüm, dönüştürüm kendi içinde oluyor da çevirme bir şeyden diğerine aktarmayı içeriyor. Gene de olmaz değil.
Kitap Girard'ın beş makalesini, iki sohbetini kapsıyor. Girard birçok Fransız düşünürüne göre, Amerika'da çalışmanın getirdiği bir zorunlulukla, daha kolay okunan bir yazardır ama bunlar elbette yatağa yatınca okunacak türden yazılar değil. Değil fakat nefis parçalar. Çok derli toplu yazılmış, çok zengin önsöz birçok şeyi açıklıyor, ipuçlarını veriyor.
Öteki birçok şey ilgilendiriyor beni ama bu kitapta Malraux hakkında yazdıkları ayrıca önemli. Hele önsözde büsbütün yerine oturtuyor Malraux'yu. Mesele sanatın içindeki (ve dışındaki) din ve kutsal boyutu. Malraux'nun, St John Perse'in, Sartre'ın bu yöndeki boyutlarını deşiyor. Bu metinlerin kendilerine özgü bir şekilde mitoloji kavramıyla nasıl uğraştıklarını anlatıyor. Hem kıyamet hem vahiy anlamına gelen apokaliptik söylemin konumunu irdeliyor. Ve hepsinden önemlisi romanın kutsal kitapların bıraktığı yerden başladığını, onların uzantısı olduğunu yazıyor. Çok ilginç saptamaları var: Malraux ve Sartre neden romanla başladılar ve romanı terk ettiler? Galiba ikisi de birer estet olarak biçimleri korumak için başka alanlara açıldılar diyor. Daha ne desin? Üstelik Malraux'nun neden öyle terk edildiğini, yalnızlaştırıldığını da irdeliyor. Proust'tan sonra roman yenilenebilir mi diye soruyor.
Bu kadar olur! Fazlasını isteyen kitaplarına gitsin. Makaleleri büyük bir zevkle okudum. Notlar aldım. İtiraf edeyim: kim okur bunları bizde diye düşündüm. Bu soruyu kendi yazdıklarımı hatırlayarak sordum. Eleştiri yazısı kültürel bir çerçeve kurar, bir kültürel ufuk meydana getirir. Ne kadar farklı kaynağa yönelirse bence o kadar heyecan vericidir. Freud'dan beri bu böyledir. Bir tragedyadan bilimsel bir kavram ve sonuç çıkardı. Ondan sonra edebiyat 'okuması' hep bu eksende gelişti. Ben de hep öyle çalıştım. O anlayışla yazılar yazdım. Okunmadılar. Post-Entelektüel Dönem ve Edebiyat böyle yazılar içerir. Ama edebiyat dünyamız, kültür dünyamız kapalı bu yaklaşıma.
Nedenini geçen gün yazdım deftere. Ama arkadan yeni bir kuşak geliyor. Üniversitelerin kültürel çalışmalar bölümünden mezun olan bu gençler biliyorum muhteşem şeyler yapıyor ve yapacak. Tek sorunları fazla akademik fazla içe kapalı olmaları. Girard'lar çevrildiğine göre o da aşılacak demektir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA