Bu yıl 1968'in 50. yılıydı. Değerlendirmeler yapıldı. Batı'da birçok kitap yayımlandı. Amerika'da fazla bir yayın olmadı. Gördüm çıkan yapıtları. Daha ziyade o yılın olayları bir de Amerika'da o günkü meselelerin üstünde duruluyor. Fransa'daki gibi bir '68 kültü' yok. 68 kültürü Türkiye'ye de Paris üstünden gelmiştir.
Bizde sadece Bedri Baykam'ın bir yayını oldu. Bir büyük tabloid gazete yayımladı. Bir sergi düzenledi. Çeşitli paneller gerçekleştirdi. Önemli bir çabaydı. O yayında yer alan yazımda da ortaya koyduğum gibi Türkiye 1968'i hakkında epey farklı şeyler düşünüyorum. 1968'in bize 'yanlış kapıdan buyur edildiği' kanısındayım. Paris'teki 'oluşumların' ('olayların' değil!) bizde yaşanan 1968'le ilgisi olmadığına inanıyorum.
68 KURULU DÜZENİ ELEŞTİRDİ
1968 Batı'da/Fransa'da bir özgürleşme olanağıydı. Aranan basit bir politik özgürleşme değildi. Bilincin, bedenin ve hatta ruhun özgürleşmesiydi. Bu nedenle psikanalizin Freud ve Lacan sonrası dönemi 1968'le birlikte başladı. Foucault'yla yeni 'Fransız Düşüncesi' (French Thought) 1968 sonrası doğdu ve bir felsefeciler kuşağını kapsadı. Bunlar modernleşme başta olmak üzere kurulu sistemi düşünsel planda kökten eleştiriye tabi tuttular. Benzeri bir boyut Amerika'nın batısında Berkeley kampüsünde Marcuse odaklı gelişmelerde de mevcuttu.
1968'in psikanalistleri, düşünce birikimi bize ancak 1980'lerin ortasında çevrildi. Yarım yamalak, eksik güdük. Hâlâ da tamamlanmış değil. Gene 1968'in getirdiği özgürlük kavramı semtimize bile uğramadı.
Aksine, çok kısa bir süre içinde 1968 Türkiye için Kemalizm odaklı, sol eğilimli bir siyasal hareketti. Daha da beteri olduğunu bir daha belirteyim. 1968 bizde daima uyuyan ama her zaman mevcut militarist eğilimleri yeniden parlattı, patlattı. Önce öğrencilerin sol örgütlenmesi, Dev-Genç hareketi, ardından daha 1961'de 27 Mayıs darbesinin hemen sonra başlamış cuntalaşma eğilimleri, önce YÖN sonra Devrim dergilerinin/ gazetelerinin 1971'deki 12 Mart'a kadar uzanan, sarkan tutumları 1968'i bizde bir silahlı çatışma, hükumete/devlete karşı bir askerî girişime dönüştürdü.
İŞİN İÇİNE SİLAH VE KAN KARIŞTI
Özgürleşme hak getire. Tam tersine kalın bıyık, asker postalı ve parkası ve büsbütün radikalleşen, sertleşen bir eril tutum. 1975'te liseyi bitirip üniversiteye başladığımda, o kadar geç bir tarihte bile durum tam bu söylediğim çizgide daha da kanlı bir şekilde devam ediyordu. İşin içine silah ve kan karışmıştı. 1968'le başlayan hareket Türkiye'yi ve gençliği Soğuk Savaş'ın kursağına atıp, onun aletine dönüştürmüştü. 1980 askeri darbesi o sürecin (gerçek anlamda) uzantısıdır ve 12 Eylül gününe kadar beş bin genç sokaklarda sağ-sol çatışması içinde öldürüldü.
Belirteyim, 1968'in Batı'da da böyle bir uzantısı oldu. Kızıl Tugaylar'dan Baader- Meinhof'a kadar genişleyen bir yelpaze silahlı örgütle devlet yıkmayı, terörü bir araç olarak kullanmayı denedi. 1959 Küba Devrimi insanlara Fokoculuğu, silahlı şiddeti öğretmişti. Gene de bunların hiçbiri 1968'in 'gerçek' anlamını ne sorguladı ne aştı. 1968 ve 1970'ler 1979'da Thatcher'la başlayan ve hâlâ devam eden 'yeni sağ' hamlesiyle bittikten sonra da bugüne tedhiş üstünden değil felsefî düşüncesiyle ağdı.
TÜRKİYE'DEKİ 'UZUN 1968'
Bu nedenlerle Türkiye'deki 1968 hareketine 'uzun 1968' diyorum. 1980'e kadar devam eden kanlı, yorucu bir dönemi anlatıyor Türkiye'de 1968. Ama işin bu kısmı hemen hiç düşünülmez yorumlarda. Müthiş bir romantizm içinde ele alınıyor: Bir devrimci romantizm. (Bir gerçektir 'devrimci romantizm.' Dileyen, Max Blechman'ın çok sevdiğim Devrimci Romantizm kitabına bakabilir.) Üç çok genç insanın kabul edilemez, hâlâ kanayan ve kanayacak idamı bu romantizmin kökünde elbette yer alacaktır.
Anti-emperyalizm üstünden gelen bir Mustafa Kemal ('Atatürk' değil, o zamanki jargon, açın bakın dergileri, gazeteleri, okuyun yazıları) kültü ve söylemi yaratıyordu o romantizm. Bugüne kadar da devam etti, ediyor. O kadar ki, Maoculuk bile döndü dolaştı Kemalizmin bir türüne dönüştü. Diğer sol hareketler de Kemalizmle dirsek temasını her daim muhafaza etti.
***
Ayrı, ayrıksı, şaşırtıcı bir 1968 tarihi çıkar mı, yazılır mı? Bu soruyu daima sordum. Zamanla kendi dip akıntılarını geliştiren, dallanıp budaklanan, kendi mitolojisini oluşturan bir hareket 1968, Türkiye'de. Ama şu bahsettiğim eleştirel bakış açısını bugüne değin hiçbir yerde görmedim. Baykam'ın yayınladığı dergi-gazeteye bakılsın. Hâlâ aynı düşünceler tekrarlanıyor. Oysa 1968'i bir çekirdek kabul edip etrafı başka türlü düzenlenebilir. Zorunludur da. Feminizm 1968'de ne kadar mevcuttu bilmiyorum ama daha sonraki Feminist harekette 1968'liler yer aldıysa üstünde durulması gereken bir gerçeklikten söz ediyoruz demektir. Fakat bu Türkiye 1968'inin Batı'daki özgürleşme arayışını doğruladığı anlamına gelmez.
ÖNEMLİ BİR KİTAP
Tam da bu türden bir quasi-eleştirel yapıyı gösteren Tuğrul Eryılmaz'ın 1968'li ve Gazeteci (İletişim Yayınları) kitabı bu bakımdan önemli bir kitap. Eryılmaz ilginç bir kişi/lik. Tanıyanlar bilir. Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunu. Gençliğinde 'swinging' Londra'ya gidip kalmış. Sonra Türkiye'nin önemli yayın organlarında görev yapmış. Veya görev yaptığı dergileri, gazeteleri dönüştürüp, önemli yayın haline getirmiş. Nokta'dan beri bu böyle. Ondan önce TRT deneyimi olmuş. Eryılmaz'ın asıl serüveni Radikal ve Radikal İki. Oradan ayrıldıktan sonra bir şey yapmamış. Şimdi gözünde bir sorun var ve bir tür danışmanlık içinde olabileceğini belirtiyor kitabın sonunda.
Radikal bünyesinde bulundum. İlk çıktığında (13 Ekim 1996) İsmet Berkan telefon edip çağırmıştı. 2005 yılında uzun süre kalacağım Amerika'ya giderken bıraktım. Oradan Radikal İki'ye yazdım. Başlangıçta iki gün köşe yazıyordum. Sonra üçe çıktı. Bir de kültür sanat sayfasında yazdım her hafta. Liberal sol düşüncenin odaklarındandı.
Radikal (ondan önce Yeni Yüzyıl), Bilgi Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi, Açık Radyo liberalizm arayışındaki Türkiye'ydi, 1990'larda. Ama o 90'lar o kadar korkunçtu ki, geriye çok az şey bıraktı.
Tuğrul Eryılmaz'la yollarımız Radikal'de kesişti. Tanıştık, dost olduk. Kadir Has Üniversitesi'ne geçip rektör yardımcısı olduğumda Tuğrul'u orada ders verir buldum. İki kere yemek yedik. Ayrılacağını belirtti. Çok ısrar ettim. Kalmadı. Keşke devam etseydi. Çok üzüldüğüm bir olaydır.
***
Söyleşi kitabı benim için özellikle iki nedenden ötürü ilginç. Birincisi, 1968'le ilgili görüşler. Eryılmaz'ın Siyasal Bilgiler Fakültesinde, TRT'de, kısacası Ankara'da geçirdiği yıllar ve o alanlarda karşılaştığı, görüştüğü kişilerle ilgili anımsadığı ve dile getirdiği sol düşünceler dönemin bütününü ne kadar kapsar bu tartışmalı bir sorudur. Eryılmaz, sıra dışı bir kişilik. Dolayısıyla kendi yaşantısını ören değerler dönemin sol anlayışına teşmil edilebilir mi, bilemem. Fakat o profilde birisinin söz konusu çevrede yer alması elbette dikkate değer. Başlı başına bir gerçektir. Üstünde durulması gerekir.
ARAMIZDA ÇİN SEDDİ YOK
Vurguladığım, 'özgürlükler 68'iyle' bizdeki 'militarist 68' arasındaki sınırı Eryılmaz bir ölçüde çiziyor. Özgürlük kavramından Eryılmaz'ın anladığıyla benim tanımım arasında bir Çin Seddi yok. Bireyin özneleşmesi, alt kimliklerin üstlerindeki baskıdan kurtulup iktidar odaklarıyla eşitlenmesi, sabitleyici kurumların bürokratik etkisinin azaltılması... Kısacası devletin iktidar ve hükmetme sınırlarını geriye çektiği, bireyin edimsel alanını genişlettiği, özneler arası etkileşimin hegemonik perspektiften kurtulduğu bir toplum-devlet kurgusu. Kim itiraz edecek?
Eryılmaz bunu birey odaklı bir 'polifoni' olarak görüyor. Eskiden beri solun tartıştığı konudur. Sol, merkezi iktidarın ve enstürmanlarının yani ideolojinin, partinin, hiyerarşilerin ve liderin hakimiyetini kabul eden bir düzen mi kurgulayacaktır yoksa bunların da yatay örgütlendiği, etkilerinin kaldırıldığı bir pozisyonu mu? Leninci parti ve Stalinci sol yani tartışmasız parti/örgüt ve lider hakimiyeti bu anlayışın bir kanadıdır. Diğer kanat da özgürlükçü.
Eryılmaz bu teorik ayrıntıya girmiyor, niye girsin, meselesi değil ama çizdiği birey portresi bu özgürlük kapısına açılıyor. 1968'in bu portreyi çekirdeğinde barındırdığını belirtiyor. Fakat diğer kutup son kertede hakim oluyor. Üstelik silahlı mücadele içine girerek. Eryılmaz hiç o işlere bulaşmadığını söylüyor, çok güzel. Ama bir örgütçülük tarihi var. Gene de her fırsatta liberal bir solu veya liberalizmi sol kabul eden bir mantığı vurguluyor.
Gerçekten de Batı'da en nihayet liberal kabul edeceğimiz bir anlayışın Türkiye'de zorunlu olarak sol kabul edilmesi düğümün atıldığı, kırılmanın veya kıvrılmanın yaşandığı noktadır. Hiç liberal tarihi, geleneği, alışkanlığı olmayan Türkiye toplumu her türden doğruyu askeri yöntemle, silahla ve orduyla ittifak ederek halletmeye çalıştı. 1900'lerin başından hatta Abdülaziz'in halledilmesinden beri bu böyle. Bugün de aynen devam ediyor. O günkü dokuya sahip bir silahlı direniş artık söz konusu değil. Fakat hâlâ liberal haklar sınırını (haydi, tabiriyle söyleyeyim, negatif hakları) sol kabul ediyoruz.
Eryılmaz, Rolling Stones, rock müzik, Marianne Faithfull üstünden tanımlıyor bu alanı. O dönemin 'underground' kültürü-diyelim. (Faithfull'un oynadığı ve Tuğrul'un çok merak ettiği The Girl on a Motorcycle (Motosikletli Kız) filmini (ki, Andre Pieyre de Mandiargues'ın romanından uyarlanmıştır, Faithfull'a Alain Delon eşlik eder; roman çok güzel film çok kötüdür) kendisine hediye etmiştim; filmi verecektim o da karşılığında bir şey yapacaktı; ben sözümü tuttum ama o sözünü tutmadı-ne olduğunu söylemem...) Aykırı, ayrıksı, yerine göre marjinal bir duruşu önemsiyor. Katılmamak imkansız. Ne var ki, bilhassa Türkiye'deki solun böyle bir konumu, algısı var mı, bunu ayrıntısıyla irdelemeli. Köylülük, feodalite, kırsal alan kültürü üstünden gelen bir hareket nereye gidebilirdi?
KENDİ BÜROKRASİSİNİN KURBANI OLDU
(Yeridir veya değildir, söyleyeyim: Yeni Osmanlı kuşağı yani Namık Kemaller Tanzimat bürokrasisine kurdukları 'aristokrasi' nedeniyle karşıydı. Bu kuşak sonradan Genç Türklere ve oradan İttihat Terakki Partisine evrildi. Onun çekirdeği olan İttihadi Osmani'nin kurucularının tamamı taşradandı. Ama İttihat Terakki sonradan kendi bürokrasisini ve 'Kameralizmini' (aman dikkat: Kemalizm değil) kurdu. Benzeri bir süreç CHP için de söylenebilir. Önce taşra hareketi olarak başladı, Kurtuluş Savaşı sırasında. Sonra kendi bürokrasisinin tutsağı oldu. 68 de bir taşra hareketiydi- bir kanadıyla. Sonradan gidip Kemalist-CHP bürokratik zihniyetiyle bütünleşti. Bugün tam da öyle bir yerde duruyor. Bu nedenle Tuğrul'un naif gibi duran ama çok önemli arayışını önemsemek ve yeniden bu kanavaya oturtup irdelemek gerekir.)
***
İkinci özelliği kitabın basın hakkında Eryılmaz'ın söyledikleri. Bir gazetecinin kitabında başka bir ağırlık merkezinin olması düşünülemez.
Eryılmaz gazetecilikten Anglosakson tutumu anlıyor. Pek güzel. Tartışılacak yanı yok. Ama ötesine geçen bir yaklaşımı da var. Gazeteciliği bizatihi politik bir pozisyon olarak konumlandırıyor, "Azınlıklar, ezilmişler, madunlar konusunda basın taraftır" diyor. Yerden göğe kadar haklı. Kendi bakış açısına göre haklı. Öylelikle çizgisinin tutarlılığını sağlıyor. Üstüne söz söylenemez. Bunlar bir anlayışın doğruları. Benim de katıldığım, paylaştığım görüşler.
Ne var ki, Eryılmaz kendi gerçeğini tek gerçekmiş gibi kitap boyunca dayatıyor. Herkes onun yargısından, süzgecinden geçiyor. Öznesi anlatıcının kendisi olan bir söyleşi kitabında Eryılmaz'ın kendi doğrusunu savunması doğal. Kitap bunun için var. Fakat Eryılmaz tutumunu o çok yakındığı hegemonik düzeye indiriyor (veya çıkarıyor). Varsa yoksa kendi doğrusu. 'Ötekiler'i toplum ve siyaset planında anlıyor, onları savunuyor ama hiç kendisini gazetecilikte ötekinin yerine koyduğu yok. Halbuki o yaklaşımla çok daha zengin, verimli hatta daha eleştirel bir kitap çıkabilirdi. Ben buna kendileştirme hareketi diyorum; ötekileştirmenin karşıtı. Gene de Eryılmaz'ın gazetecilik doğruları hâlâ ışık tutabilir bu alana. Tutmalı da. Nitekim o da "Ben hazırım" diyor.
"NİYE KÖŞE YAZISI YAZIYOR?"
Son bir nokta da benimle ilgili. Bir dostum kitapta Eryılmaz'ın olumlu söz ettiği tek kişinin ben olduğumu söyledi. Eleştiriyor. Ama önemsediği, değer verdiği için. Bunu kitabı okuduktan sonra Tuğrul'un kendisine de söyledim. 'Önemli bir entelektüel' diyor benim için. Mahcup ve müteşekkirim. Radikal'den ayrılıp SABAH'ta yazmamı (ki, artık yazmıyorum) 'en büyük hayal kırıklığımız' diye nitelendiriyor. Bunu da olumlulukla karşılıyorum. Hayal kırıklığını önemsenen, beklenti uyandıran birisi yaşatır. Peki. Ama söylediklerine iki ciddi itirazım var.
Birincisi, Eryılmaz o kadar kendisine bakıyor ki, insanın ne yazdığını bırakıp nerede yazdığına odaklanıyor. İşte tek eleştirim olan 'sekter' tutumunun somut bir örneği. (Kaldı ki, çok karşılaştık, hiç bana böyle bir itirazda bulunmadı. Şimdi yazıyor.) Oysa madem ki ben dediğim gibi birisiyimdir o halde biraz düşünmesi gerekirdi, niye öyle yaptığım hakkında.
İkincisi, "Niye köşe yazısı yazıyor" diyor, köşe yazısı yazmayı anlamadığını söylüyor. Ona anlatmaktan hicap duyarım. Toplumsal bir sorumluluktur, belli bir aydın tipolojisinin 150 yıllık öyküsüdür. "Rektördür" diyor. "Önemli bir entellekütel" diyor. 1991'de Güneş'te ondan önce Cumhuriyet'te şöyle böyle yazarken rektör değildim. İkincisi, söylediği diğer niteliği taşıyorsa, onu yazarak kazandım. Ayrıca ne yani, rektörlük bir kuramcı olarak düşünce yazmak ve açıklamaktan daha mı önemli? Bunu Tuğrul'un söylemesi daha da şaşırtıcı. Üç, "Hükümet yanlısı yazılar" diyor. Bir tane gösteremez. Bir düşünceyi savunurum, bir görüşü çözümlerim, o kadar. Hiçbir hükümeti desteklemem. Ne parti kalır zamanla ne hükümetler. Görüşler devam eder. Eryılmaz bu ayrıntıyı da atlıyor. Fazla eleştiri, eleştirel körlüğü getiriyor. Bunun ötesi ya bizimle birliksin ya bize karşısın anlayışıdır. Türkiye'yi kıskıvrak bağlayan da o muhakemedir. Eryılmaz da o anlayışa su mu taşıyacak?
Çok zeki, çok renkli, gazeteciliğe çok emek vermiş, her an hayata gazeteci olarak bakan, farklı, ayrıksı bir kişiliğin, çok şeyler öğrenilecek bir kişinin ilginç, perspektif kazandıran, bazı konuları yeniden yorumlamamıza olanak veren söyleşisi 68'li ve Gazeteci.