T.S. Eliot'ın Bütün Şiirleri çıktı. Çok sevindirici bir yayın. Benim için daha fazla öyle. Neredeyse 1970'lerin başından itibaren hayatımı onunla yaşadım. İtiraf edeyim ki, Eliot'a yönelmemde Bülent Ecevit'in etkisi vardı. Onun Kokteyl Parti adlı manzum oyununu çevirmişti, Ecevit. Karaoğlan lakabının dağı taşı tuttuğu ve hepimizin o büyüye kapıldığı dönemde kitabı okudum. Tertemiz Türkçesiyle, açık, berrak anlatımıyla beni sarmıştı. Ama oyunu sevmedim. Sonra iki şey oldu.
Birincisi, o sihirli, gerçekten sihirli, mavi halılarıyla, sessizliğiyle, önünde Cinnah Caddesi'nin eğimine yayılmış, kışın karla dolu terası ve yere kadar inen pencere camlarıyla, içine girdiğimde beni tüm tasalarımdan arındıran Amerikan Kütüphanesi'nde The Complete Poems and Plays başlıklı kitabını buldum. Kalın ciltli, boyutlarıyla beni ayrıca etkileyen, üstünde Eliot'ın gözlüklü, gülümsemeye çalışan, gene de kederle bakan, güzel giysili resminin durduğu kitabı buldum. Aylarca her defasında uzatarak, uzatmama artık izin verilmediğinde Yavuz'un (kardeşim) üstüne kaydettirerek o kitabı okudum. Çok sevdiğim şiirleri vardı, daha az sevdiklerim vardı. Gerçek, Eliot'ın bir çetin ceviz olduğuydu.
Her şeyi çok iyi hatırlamama karşın, bu kitabın, nasıl ve nereden, ne zaman, hem de AMERICAN LIBRARY ANKARA damgasıyla gelip kitaplığıma girdiğini bilmiyorum. Kitabın bende kalmış olması ihtimali sıfır. Büyük olasılıkla Zafer Çarşısı'nın altındaki sahaflarda bulup almış olmalıyım. Bilmiyorum. Amerika'da kütüphaneler belli aralıklarla kitaplarını tasfiye eder.
Mesela New York'ta Columbia Üniversitesi'nin önüne 'uzaklaştırılan' kitaplar dileyen alsın diye konur. O civarda kullanılmış kitap satanlar genellikle üstündeki damgalar falan nedeniyle pek itibar etmezler. Oradan da Princeton ve Michigan Üniversitesi kütüphanelerinden de o yoldan çok kitap edinmişimdir. Son zamanlarda da Amazon'dan getirttiğim kitapların bazıları o türden 'tasfiye' edilmiş ('discarded' denir) kitap. Bu onlardan olamaz. Hiç öyle şey görmedim o kütüphanede yıllar yılı.
Şimdi karma karışık, aradığım hiçbir şeyi bulamadığım kitaplığımda elimi atınca hemen eriştiğim nadir kitaplardan olan o kitabı alıp açıyorum. İçinden çok yatık, çok dikkatli, özenli bir el yazısıyla tuttuğum notlar çıkıyor. Birisi Allen Ginsberg'in kitabından 'beat' olmanın ne olduğunu açıklayan bir alıntı fişi. Kendi kestiğim küçük kağıtları kullanmışım. Diğeri gene Beat Kuşağı'yla ilgili, onların dinsel eğilimini açıklayan bir not. Bunları Ferit Edgü'yle Orhan Duru'nun çevirdiği Ginsberg'in Amerika isimli kitabı için yazıp Varlık'ta yayımladığım yazı için derlemiş olmalıyım. (Ama o kitap yok örneğin bende. 1976'da yayımlanmış. Ben de yazıyı herhalde 1977'de yazmışımdır. O yazı da yok. Ama kitap yazılarımı bir araya getireceğimiz kitapta yer alacak. Bulacağız.) Öylece duruyor. Neden bu kitabın arasında, bilmiyorum.
KÖTÜ TEK BİR SATIR YOK
Eliot'ın toplu şiirlerinin (oyunları ve Old Possum's Book of Practical Cats asla ilgilendirmedi beni) sonra başka baskılarını aldım. Bakıyorum, dördünü görüyorum kitaplıkta. Bahsettiğim kitabı ise öylece saklıyorum. Bir müze nesnesi gibi. 1952 baskılı. Benden yaşlı. Diğer kitapların hiçbiri onun eşsiz tadını vermiyor. Bir kitap asla bir kitap değildir. Hele yıllar geçmişse hiç!...
İkincisi, 1977 yılında Bülent Ecevit'in yayınladığı Özgür İnsan dergisinin kültür- sanat bölümünü yönetiyordum. Dergi, CHP'nin Göreme Sokaktaki Planlama Bürosu'ndaydı. Başında tarihçi Orhan Koloğlu vardı. Nefis ve çok heyecanlı 1977 yazında gidip geliyordum dergiye.
Ecevit, ayrıca Eliot'un Dört Kuartet şiirinin birinci bölümünü, Burnt Norton, birinci kesimini çevirmiş. Durur muyum, hemen birinci kuartetin devamını ve ikinci kuarteti çevirmeye başladım. Bitirdim de. Kendimce. 17-18 yaşımda olmalıyım. Henüz lise öğrencisiydim. Ama 1977 yılında bu çabamı Bilgi Yayınevi'nde editör olan ve beni Özgür İnsan'a teskiye eden Attila İlhan'a açtım. Bütün genç girişimlerini destekleyen yürek genişliğiyle, "Bitir getir bakalım, belki bir şey yaparız" diyor.
O yaz bir gün, bir öğleden sonra, dergide çalıştığım odayı Ecevit'in çalıştığı odaya bağlayan ara kapı açılıyor. Karşımda o, Ecevit. Koridora açılan oda kapısını kilitlemiş. Kimse rahatsız etmeden, kimseye görünmeden çalışmak niyetinde. "Sayın Kahraman"diyor, iki çay söylememi istiyor. Çaycıdan alıp getiriyorum. Ayağa kalkıyor, çayını alıyor. Beni karşısına oturtuyor. Ona çevirimden bahsediyorum. Acaba bakabilir mi? Bunu önerme saygısızlığında da bulunuyorum. Dosya yanımda. Esasen maksadım Koloğlu'na göstermek ve mümkünse dergide yayınlanmasını sağlamak.
Unutulmaz an: alıp bakıyor, biraz okuyor, bir şey söyleyemeyeceğini belirtiyor. O şiirin içinde yaşadığını ama kendisinin koptuğunu ve bu çeviriyi değerlendirmesinin bana haksızlık olacağını belirtiyor. İzin isteyip kalkıyorum. Gidip Attila İlhan'a durumu anlatıyorum. "O öyledir" diyor. Sonra araya neler neler giriyor, ben de çeviriden uzaklaşıyorum. Nerede o çeviri şimdi? (Ama, belirteyim, Varlık'ta ilk yayımlarım yazı değil, şiir çevirileridir ve hâlâ eşsiz bulduğum Wallace Stevens çevirileridir.)
II
Eliot her zaman bende kaldı. Dönüp dönüp onu okudum. Aslında onu olduğu kadar dönemini okuyordum. Her okuma biraz öyledir. Hele analitik okuma alışkanlığınız varsa. Fakat Eliot biraz daha öyledir. Çünkü, çağını ve içinde yer aldığı büyük kültürel bilinci anlamaya çalışmış, bu yönde çok önemli katkılar sağlamış bir denemecidir aynı zamanda. Şiirinin ana sorunsallarıyla denemelerinin ana meseleleri iç içedir. Sıradan hemen hiçbir şey yapmamıştır. Bütün o türden büyük ozanlar ve yazarlar gibi çok sınırlı verimini, ne yaptığının fazlasıyla bilincinde olarak ve kendisine çok güvenerek, sınırlandırmıştır. Kötü bir tek şiir, tek bir satır bulunmaz Eliot'ta.
Dönemi elbette ilginçtir. Şöhretini sağlayan (Can Yücel'in de çevirdiği) 'J. Alfred Prufrock'un Aşk Şarkısı' şiirinin
de bulunduğu Prufrock daha 1915 yılında yayımlanmıştır. (Yazmaya başladığında yıl 1910'du. Şiiri okuyan herkes bir gün 'ben Prufrock'um' der.) Şiir, Eliot'ın yönettiği efsanevi Poetry dergisinde yayımlandı. Eliot ilk şiiriyle şöhret olmuştu. Modernizmin ortalığı kasıp kavurduğu, I. Dünya Savaşı'nın yaşandığı yıllardır bunlar. Ve Eliot, yaşamıyla da çarpıcı bir profil çizer. St. Louis, Missouri'de doğar (1888). Harvard'da felsefe okur. 1901-11'de Paris'e gider, Bergson'un derslerini dinler. (Geçen yıl ayağım kırılıp evde kaldığım dönemde Tanpınar Merkezi'ndeki konferans için hazırlanırken yeniden Bergson-Eliot konusuna döndüm. Bu bitmez tükenmez bir meseledir. O zaman kaçınılmaz şekilde Eliot'ı da bu bağlamda, yani zaman konusu etrafında yeniden okudum. İkisi arasındaki ilişkiye ilişkin sınırsız bir literatür var. Ama daha 'heyecanlı' olanı, Eliot'ın Bergson'u dinlerken tuttuğu notların dahi yayımlanmasıdır. Bunların çevrilmesini de Cem İleri'den dilerim.)
İNGİLTERE SIĞINAK OLDU
Büyük bir kültürel arayış içindedir. Bir tür benlik arayışıdır bu. Nihayet büyükler büyüğü Pound'la tanışır. Ustası, Çorak Ülke'yi, ne diyeyim, 'tashih' edecektir. Şiir o haliyle yayımlanır. (The Waste Land'ın özgün hali yani Eliot'ın daktilosundan çıktığı şekliyle yayımlanmıştır. Cem İleri'nin onu yayımlamasını da dilerim.) Eliot şiiri Pound'a ithaf ederken "il miglior fabbro" der. Şimdi Bütün Şiirleri çeviren Samet Köse bu deyimi "daha iyi usta" diye çevirmiş. Suphi Aytimur da Çorak Ülke Dört Kuartet ve Başka Şiirler isimli çeviri kitapta aynen böyle söylüyor. Bilindiği gibi bu deyim Dante'nindir. İlahi Komedya'nın Purgatorio bölümünde şair Arnaut Daniel'i tavsif için kullanır. Pound da Arnault'yu 12 yaşındayken okumuştu. Bu deyim de "daha iyi usta" demek değildir. Açık açık, "en iyi usta", doğru Türkçemizle "büyük usta" demektir.
Metin, hakim şiir anlayışını değiştirir. Eliot'u başka bir noktaya taşır. O noktadan başlayarak Eliot'ın iki önemli açılımı söz konusudur. Birincisi, Jules Laforgue ve Baudelaire etkilerini geriye iter. Sembolistlerden uzaklaşmaktadır. Git gide daha açık, anlatımcı (expressive) bir şiire yönelir. Sonuna kadar devam edecektir bu tutumu. Rock'tan Korolar'a geldiğinde elbette dönüşmüştür şiiri. Ama temel izlek berraktır. Modern şiirin en uç noktasındadır ve modern şiir kavramının bizatihi kendisidir.
İkincisi, Eliot şimdi kültürel sorgulamalarıyla yüz yüzedir. Amerika'yı terk etmiştir. Eşiyle sorunları malumdur. İngiltere'de ve onun derin kültür, tarih ve bilincinde (muhtemelen ikinci eşiyle birlikte) bir sığınak bulmuştur. 1940'ların ortasına kadar devam edecek ve Dört Kuartet'le bitecek büyük yürüyüşünü yapar. Arada Boş Adamlar, Kutlu Çarşamba (Köse böyle çevirmiş. İngilizcesi Ash Wednesday'dir. Aytimur, özgün adıyla bırakmış. Ash Wednesday'in doğru Türkçe çevirisi Kül Çarşambası'dır. Birçok çarşamba kutlu olabilr. Ama 'Kül Çarşambası' ('Kül Çarşamba değil) tektir.) ve Rock'tan Korolar vardır. Hepsi de Hıristiyanlık metafiziği ve mitosuyla dolu 'metinler'dir bunlar. Öte yandan da Eliot kısa ama büyük ve güçlü düşünce yazılarını yazar. Özellikle gelenek ve klasik kavramları hakkında yazdıkları hâlâ çözümlenen, irdelenen yazılardır. Kendileri birer klasik olmuşlardır. (Bu yazıların yeniden çevrilerek bir araya getirilmelerini, toplanmalarını Cem İleri'den dilerim.)
III
Nihayet Dört Kuartet gelir. Kuartetleri parça parça değişik tarihlerde yazmıştır. Şiir edebiyatının herhalde en çok ele alınan, tartışılan metinleridir. Eliot'un son şiirleridir. (İngilizce bilenlere (bilmeyenlere de) Sir Alec Guinnes'in sesinden, okuyuşundan dinlemelerini salık veririm.) Daha sonra bildiğimiz manada şiir yazmamıştır.
Kuartetler, Eliot'ın temel meselelerine dönüşüdür. Veya onları yeni bir boyuta taşımasıdır. Zaman onun ana tematiğidir. Hiçbir vakit bu konudan kopmadı. Bergson'la başlayan erken dönem zaman sorgulaması Eliot'ın kültür konusuna yöneliminde de büyük etkendir. Sorgulama Proustçu bellek ve Bergoncu süre kavramı arasındaki etkileşim, zıtlaşma ve kopuşlar etrafında bir zihinselleştirme çabasıdır. Ona bağlı olarak iki kavrama vurgu yapar: sonsuzluk ve kutsal ya da ebedi olan. Değişmeyen nedir, insanın soyut varlığı zaman ve kültür içinde nasıl somutlaşır soruları tersinlemeleriyle birlikte kavranır: bildiğimiz ve tanıdığımızı sandığımız benliğimiz, kültürel perspektif içinde bakınca da aynı mıdır yoksa o metafizik farklı bir ontoloji üretir mi? Bunlar çok çetrefil, açıklama gerektiren şiirlerdir.
Eliot başlangıç döneminde benimsediği şiirsel öncüller itibarıyla sezgileri, sezişi, duyuşu daha fazla önemsemiştir. Gündeliğin ve nesnelerin dışsal anlamıyla içsel anlamı arasındaki fark bireyin temel gerilimidir bu şiirlerde. Prufrock tam da bu kesitte yer alır. Prufrock eşyayı, zamanı ve kendisini eş anlı olarak sorgular. Eliot da uzak Baudelaire ve Laforgue etkisini bu sınamayla aşar. Geronation şiiri de aynı mecraya açılır.
TANPINAR'I ANIMSATIR
Dört Kuartet'e gelindiğinde artık fazlasıyla dindar bir Eliot mevcuttur. Hayatında hiç politikayla uğraşmamış, hiç politik yönsemeleri olamayan Eliot'un gizli politikasıdır din. Yanlış anlaşılmamalı, dini bir politika aracına dönüştürmez. O kadarlık bir politik bilinci dahi yoktur. Ama insani var oluş durumunu dinsellikle somutlaştırır. Bu da modern insanın yaşadığı derin boşluğun bir nebze olsun bir iç duyuşuyla doldurulmasıdır.
Bütün bu özellikleriyle biraz Tanpınar'ı anımsatır. İkisinde de zaman ve mekan sorunları öne çıkar. Prosut ve Bergson ikisinde de aşılamayan iki hat ve hudut olarak görülür. Ama elbette önemli, ciddi farklar da mevcuttur aralarında. Bir şeyi anımsatalım: Eliot'ın kültür ve şiir kaynakları arasında çok genç yaşında okuduğu Ömer Hayyam da sıklıkla zikredilir. Eliot, zamanı zamanla aşmanın olanakları üstünde düşündü yaşamı boyunca. Kültür bir zaman sorunsalıydı.
IV
Samet Köse'nin çevirisi değerli bir çalışma. Büyük bir işin altına girmiş. Kitabın en ilginç yanlarından biri, iki dilli oluşu. Büyük nimet. Eliot düzeyinde bir şairin çevirisini bilse de bilmese de insan kaynak metinlerle okumak isteyebilir. İki dili bilenler içinse iş zor. Her sözcükte neredeyse özgün metne bakıp, insan çevirmeni sorguluyor, sınıyor.
Kötü, yanlış, eksik çeviri demek olanaksız bu kitaba. Ama Can Yücel'in deyişiyle "Türkçe söylenmiş mi" derseniz yanıtım hayırdır. Bazı noktalarda itirazım daha da yüklüdür çeviriye. Ne yapalım, doğru çeviri iyi çeviri olmuyor: traduttore traditore. Bence Eliot hâlâ çevirmenini arıyor. Elbette öyle olacak. Bu çapta bir şairi tek çeviriyle aşacak mıyız? Ama o çevirmen de böyle tüm şiirleri çeviren birisi olmayacaktır. Her önemli şiirin bir önemli çevirmeni gelecektir. Nitekim var elimizde iyi çeviriler. Aytimur öyle, Köse öyle. Mesele şimdi, Cyrano de Bergerec'ın dediği gibi 'eda'da. Kaldı ki, böyle her şeyi kapsayan çaba, ister istemez bir 'tesfiye', bir düzleme, tüm şiirleri bir tek söyleyişe indirgeme riski de taşıyor. Ama ne yapalım, buna da büyük ihtiyaç var. O nedenle de kutlanası bir iş söz konusu.
Eliot çağını doldurmuş bir şair. Dönüşlü (refkexive) bir cümle kuruyorum. Hem 20. yüzyılı doldurmuş bir şair Eliot hem de aşılmış değil ama bugünün şairi de değil. Artık bir klasik. Hatta abartılı bir ifade kullanayım: klasik bir klasik. Ustası Pound da bir klasik ama çok daha genç ve güncel. Nitekim Pound'u mesela Charles Olson The Maximus Poems'le izledi. (Bakalım, o demir leblebiyi kim çevirecek? Cem İleri'den onu da basmasını dilerim.)
Eliot da belki dünyanın en fazla etkilendiği şairler arasında ama bugün şiir artık onun yaptığı gibi bir formun kendi spekülatif sınırına doğru ilerletilmesi ve onun belli bir kültürel birikim ve irdelemeyle dönüştürülmesi değil. Daha ziyade güncel/ çağdaş sanatın Duchamp sonrası estetik içinde öğrettiği gibi, düşüncenin, düşünme ediminin bizatihi kendisinin bile sanat/şiir olabilme imkanı. (O şiir bugün Türkçede yazılıyor ve nefis şiirler yazılıyor. Bildiğimiz şiirler olmasa da çok etkileyici yapıtlar var. 160. Kilometre yayınlarının çıkardığı kitaplar bu bakımdan önemli. Çoğu kalmaz o şairlerin ve şiirlerin. Ama hiç önemi yok. O şiir bugünün şiiridir.) O bağlamda Eliot büyük bir lezzet, büyük bir kültürel kaynak olarak geleceğe ağacak.
Şimdi fark ediyorum, yazıyı yazdığım bugün (4 Ocak) Eliot'ın 1965'teki ölümünün yıl dönümüymüş. Bu kadar olur!