12 Ocak 2019
"İnsanlar neden okur?" diye bir soru bugün herkese saçma görünüyor. Okumanın fetişleştirildiği bir gerçek. Saçma duygusunu bu emperatif dictum meydana getiriyor. Hiç kitap okumayan da okumanın erdemi üstüne konuşuyor. Kim bilir belki okusa başka şeyler düşünecek. Biraz İlhan Berk'in 'yazmak cehennemdir' tanımına benziyor söylediklerim. Okumaktan kopamayan ama okumaktan yakınan, yılan hiç kimseyi tanımadım. Mesela ben. Kendim. Bu yaşa geldim, kitapsız ve okumasız bir hayat düşünemiyorum. Ama ben yazmanın olmadığı bir yaşam da düşünemiyorum. Bu belki çalışmanın olmadığı bir yaşam düşünemeyişimden kaynaklanıyor. Gene de daima ense kökümden beni yakalayan bir gerçek var: Sadece okuyarak yaşamak istiyorum. Sadece yazarak ve belki bir de film izleyerek. Başka hiçbir şey ilgilendirmiyor beni.
Gene de ben açtığım soruyu izlemek istiyorum. Okumaktan yakındığım dönemler olmuş mudur, hayır hiç anımsamıyorum. Fethi Naci "Kötü roman okumaktan hastalandım" dedi. O bir meslek sorunu. Ben de sınav kağıdı okurken çok zorlanırım. Delicesine sevdiğim bir başka alan olan hocalık ve akademik hayatın en karanlık anları sınav kağıdı okuma anlarıdır. Fakat bu bir ilke, kıstas teşkil etmez.
Düşünemiyorum okumayı sevip, okumaktan yılan birisini. Zor kitaplar vardır. Çetindirler. İnsan gerileyebilir. Zorlanabilir. Ama o da bir okuma yakınması meydana getirmez. Demek ki, okuma edimiyle, okunan kitabı ayırmak gerek. Sıkıldığı kitabı insan bırakma özgürlüğüne sahip olmalı. Olmalı da nereye kadar? Yeni bir dünyayı başka türlü nasıl keşfedeceğiz?
Ancak belli bir yaştan sonra insan yeni kitap okumak, yeni bir yazar tanımak istemez. Anlıyorum. O yazarı izleyecek zaman yoktur. Yeni bir yazarı okuyup, kötüyse, insan ağzında kekre bir tat duymaktan hoşlanmaz. Belli bir yaştan sonra eski kitaplara, klasiklere tam da bu nedenle dönülür. Dönülür ama aynı tehlike orada da vardır. İlk okunduğunda haz veren kitap bu defa aynı lezzeti taşımayabilir. Ne yapalım, okumak eyleminde, ediminde daima son okumanın hükmü geçerlidir.
Kısacası, hayır, okumadan yakınan bir okuyucu olmaz. Okumak özgürlüktür. Hazzın özgürlük, özgürlüğün haz halidir. Fetişleştirmeye karşıyım ama benim için okuma her defasında önüme açılan bir beyaz alandır. Bir kaçış olabileceğini biliyorum. Okumanın bende ana rahmine dönmekle eş anlam taşıdığının elbette bilincindeyim. Bir uyuşturucu da olabilir okuma. Kuşku duymuyorum bu yargıların gerçekliğinden. Ama ne yapayım, okuma ikinci ben'imdir.
Ve daima yeni kitaplara açılmak. Yeni yazarlar bulmak. Okumanın sırrı budur. Daima okunanların, dönüp dönüp okunanların, başucu kitaplarının girdapsı dünyasıyla yeni kitapların ferahlığı, heyecanı.
İşte beni çarpan bir kitap: Portatif Edebiyatın Kısaltılmış Tarihi. Son zamanlarda dünyayı kasıp kavuran İspanyol edebiyatının artık yaşı 70'i geçse de harika çocuklarından Enrique Vila-Matas'ın nefis kitabı. Bir grup hareketini anlatıyor. Sürrealistler, fütüristler, neyse, 20. yüzyılın ilk yarısını tayin ve tertip eden sanat dünyasından herkes var bu kitapta. 'Shandy' deniyor bu gruba, bu 'harekete' ve kelime de biranın limonlu gazozla veya doğrudan limonatayla karıştırılmasına verilen sözcükten türüyor. Bir 'gazoz' hareketi yani.
Gerçekten nefis bir kitap, çünkü Vila-Matas'ı tanıyoruz. Dublinesk'te ve benim için (galiba henüz Türkçeye çevrilmeyen) Never Any End to Paris'te, Bartleby&CO'da daha önce yazılmış metinleri, yazarları söz konusu ediyor, başlangıç noktası olarak alıyor. Oldum bittim kültüre, kültürün dolambaçlarına, karşılıklı etkileşimlerine vurgun olduğum için bu kitabı, Tzara'yı, Duchamp'ı, Benjamin'i, Picabia'yı, gece gündüz beraber olduğum bu kişileri, serüvenlerini su içer gibi okudum. Tek eleştirim arka kapak yazısına: neden İngilizce baskının aynı? Belki çevirmen, belki editör yazsaydı çok daha ilginç sözler edebilirdi.
Yılın en güzel kitaplarından biri ve başta sorduğum soruya verdiğim yargıyı doğruluyor. Sıkılmak ve okumak: Bu iki sözcük yan yana gelmez.
Reşat Nuri ve Miskinler Tekkesi
14 Ocak 2019
Bilmiyorum, nereden aklıma esti, belki Nihat Berker hocanın geçen dönem Kadir Has'ta verdiği Reşat Nuri seminerini onunla tartışırken zihnimde mayalandı. Güntekin'in, adını ortaokuldan beri duyduğum ve papağan gibi "Dilencilerin hayatını anlatan romanıdır" denen Miskinler Tekkesi okumadığım tek tük kitabından biridir. Geçenlerde ansızın aklıma düştü. Oturup bir çırpıda okudum. Zaten küçük bir anlatı. Bir çırpıda derken şu: Kitabın nasıl olduysa bir pdf'ini buldum. Elektronik versiyonu. Onu indirdim. Sonra büyük bir zevkle cep telefonundan izledim. Galiba bu yöntemle okuduğum ilk Türk romanı bu.
Belki daha önce de yazdım. 'The Great American Novel' diye bir kavram vardır: büyük Amerikan romanı. Aranır da aranır. Moby Dick midir, Huckleberry Finn midir, Great Gatsby midir diye sorulur da sorulur. Ben de aynı soruyu Türk romanı için değil de romancısı için sordum. Cevabım şimdilik Reşat Nuri'dir. Reşat Nuri, muhakkak ki, aşılmış bir romancıdır. Fakat dostum Jean Fremon bana "Her yaz okumadığım bir Balzac bulup okuyorum ve o küçücük kitaplarda ne hayatlar yattığını, onları nasıl anlattığını her defasında yeniden, şaşırarak görüyorum" demişti.
Bizim Balzacımız ve bizim "Büyük Türk Romancısı" diyeceğimiz isim bence Güntekin'dir. 'Eskimişliği', hiçbir şey okumayışımızdan geliyor. Mark Twain okunduğu için, Fitzgerald izlendiği için büyük Amerikan romanına aday olabiliyor. Bir süre önce Ateş Gecesi'ni, Akşam Güneşi'ni, Acımak'ı okudum. Yok canım, yeniden değerlendirilmeye, psikanalitik açıdan ele alınmaya kesinlikle 'muhtaç', bilinç dışımızı hem de hayli garip bir şekilde oluşturmuş kişidir Güntekin. Ve o nedenle bizim her kuşağı ve duyarlılığı çapraz kesen romancımızdır diyorum. Miskinler Tekkesi de öyle. Bir paşa torunu dilenci oluyor. Reşat Nuri çok şeyler söylüyor dilencilik hakkında. Bunlar sıkıcı şeyler. Paşa torununun dilenciliği de pek üstüne oturmuyor. Dilenciliği ele alması, dilenciler üstünden, toplumu bırakın, insan tahlilleri yapması önemli. Bunlar, onun romancılık gücü. Fakat asıl mesele o değil.
Bu çok önemsenmiş ve besbelli ki, bihakkın okunmamış romanının atlanan bir yanı var: Güntekin başlı başına bir karakter yaratıyor. Ne demeli, grotesk mi, bir yere kadar. İroni mi, bir yere kadar. Tanpınar'ın Halit Ayarcı'sı mı, belki, bir yere kadar. Hatta Hayri İrdal mı, bir yere kadar. Kısacası karmaşık bir kişilik taşıyor romanın baş karakteri. Talat ise ironiyi kurgulayan bir tip. Bu böyle.
Öte yanda romanla ilgili dile getirilmeyen iki sorun var. Birincisi, bütün Reşat Nuri romanlarında görülen aile ve birey dokusunun psikanalitik açıdan çatladığı bir düğüm noktası. Akşam Güneşi'nde kuzene âşık olunmasıdır, mesela o düğüm. Eski Hastalık başlı başına öyle bir romandır. Burada da kabul edilen, edilemeyen bir çocuk meselesi var. Çocuk İsmail'i kahraman ancak içten içe benimser bir türlü bu gerçekle yüzleşemez. Nedir bu mesele, romanda verilmiyor, anlatılmıyor.
İkincisi, romanın sonu kesinkes aceleye getirilmiş. Bitirirken romanı Güntekin üst üste bazı portreler çiziyor, bir mahalleden resimler veriyor. Çok güçlü bir anlatımı var. Belli ki, kendisini ona kaptırmış. Romanla organik bir bağı olmayan anlatılar bunlar. Hele romanın bitişi gerçekten aceleye getirilmiş. Savruk. İsmail ansızın bir değişim gösterip 'mutlu aile' tablosunu oluşturacak şekilde, Avrupa görmüş, pırıl pırıl genç karısıyla gelip 'babasının' elini öpüyor. Bu da Güntekin'in biraz da sert romanını yumuşatma çabası. Ciddi ciddi ele alınması gereken bir yazar Reşat Nuri ve öyle bir roman Miskinler Tekkesi.
Büyük bir sanatçı, kültür insanı Mesud Cemil...
23 Ocak 2019
Beklediğim kitap geldi: Hüseyin Kıyak'ın hazırladığı Mesud Cemil. Kitabın üst başlığı da var: Mızrabı, Yayı ve Kalemiyle...
Gerçekten öyle: viyolonsel ve tanburda bir virtüöz Mesud Cemil. Gelmiş geçmiş en büyük tanbur üstadı Cemil Bey'in oğlu. 1902 yılında doğuyor. 1963 yılında bugünün ölçülerinde çok genç sayılacak bir yaşta vefat ediyor. Ustalık alanı sadece müzik değil. Tanbur çalma tekniği, müzik bilgisi, sınırsız yeteneğiyle müziğin kendi dönemindeki en önemli isimlerinden biri. Belki de başlıcası. Ama aynı zamanda büyük bir radyo deneyimi ve birikimi var.
Daha önemlisi Klasik Türk Musikisi Korosu'nu kurmuş yönetmiş. Olağanüstü güzellikte besteleri var. (İspanya'da Vitoria Gasteiz kasabasına gidiyoruz, J'yle birlikte. Dolaşıyoruz bu Ortaçağ kasabasının sokaklarında. Büyük kilisenin avlusuna yöneliyoruz, güzel taş yokuşu tırmanıp. Bir bendir ve yaylı tanbur sesi geliyor. Çok uzak. Seçemiyorum. İlk duyduğum sesi anlıyor ve hayretle kaynağına yöneliyorum. Bu, Mesud Cemil'in Nihavent Saz Semaisi. Bir genç kız bendir çalıyor. Bir genç erkek yaylı tanburda. Yaz günü. Avlu bomboş. Kuşlar uçuyor. Gökyüzü masmavi. Sessizlik etrafımızda taş gibi katı. Ve Nihavent. Zaman, gökyüzü, renkler ve ışıklar donuyor. Her şey duruyor. Sadece nefis semainin sesi.) Film müzikleri yazmış. (Nazım Hikmet'le o dönemde yakın çalışıyorlar, yakın dost oluyorlar. Ayrıca Nazım Hikmet'in ilk şiirlerinden biri Cemil üstünedir: Cemil Ölürken. O yaşlarda Nazım Hikmet'in Tanburi Cemil'e özel bir yakınlık duyduğunu sanmıyorum. Bu şiir bir 'deha' kabul edilen sanatçının ölümü üstünedir.)Bunlar musiki kısmı. Bir de yazar Mesud Cemil var. Eşsiz bir kalemin, üslubun sahibi. Tanburi Cemil'in Hayatı isimli kitabı başucu kitabımdır. Nasıl bir üsluptur, nasıl bir Türkçedir o sırrına, kâbına erişilmez. Sonra eşsiz bir konuşucu. Uğur Derman üstadımızın bana kullandığı bir deyimle Mesud Cemil konuştuğunda diksiyonu, şivesiyle 'bütün İstanbul konuşuyor'. Kendisi de her alana ilgi duyduğunu, her alana yayıldığını, hatta musiki sahasında bile çok dağıldığını belirtiyor.
Mesud Cemil çok tartışılmış birisi. Nedeni, Tanburi Cemil'in oğlu sıfatıyla Türk musikisinin 1930'larda başına gelenlerin de önemli ölçüde 'müsebbiplerinden' biri addedilmesi. Türk müziği yasağı döneminde ve daha sonraki dönemlerde Batı müziğine olan yakınlığı ve bu müziğin topluma yerleşmesi için verdiği emeklerle nahoş biçimlerde de anılıyor. Batı müziğinin toplumsallaşmasını istemesinde bir yanlış yok. Mesele, bu işin Türk müziğini dışlayarak yapmak istemesinde. Nitekim, bir tarihten sonra "suçlarım vardır" diyor.
Her şeye rağmen büyük bir isim, etkileyici bir kişilik olduğu muhakkak. Bugünlerde pek sevilmiyor o tür insanlar ama bir 'hezarfen', Mesud Bey. Ve saygı duymayan kimse yok herhalde ona. Kişiliği de ayrıca dikkat çekici. Kendine has özellikleri olan (-nasıl olmaz!...) birisi. Onunla temas etmiş herkes ona ait bir niteliği dile getiriyor. Ben de Necdet Yaşar üstadımızdan dinlemiştim.
Bu kültür insanının hayatı, başka bir ülkede olsaydık diyeyim gene -bu berbat tanımlamayı kullanarak, kim bilir ne kitapların konusu olurdu. Bizde galiba bir tek Beşir Ayvazoğlu'nun bir romanı var ama dikkat çekmeden, yitip gitti. Roman Tanburi Cemil Bey'i anlatır. Arada Mesud Cemil de kaçınılmaz olarak girer metne. Ve Ayvazoğlu Mesud Cemil'den hoşlanmadığını açıkça duyumsatır.
Şimdi Hüseyin Kıyak çok önemli, çok değerli bir iş yapmış. Mesud Cemil'in tüm yazılarını, ona ait her şeyi toplamış bu kitapta. (Kedi sevenlere hemen bu büyük ciltte yer alan 'Kedi Yazıları' bölümünü öneririm. Kedi merakım olmasa da bu yazıları zevkle, hazla, lezzetle okudum.) Üstelik kitap Mesud Bey'in kayıtlarına toplu olarak ulaşma imkanını da veriyor. Neresinden bakılırsa bakılsın son derecede değerli bir çalışma. Kubbealtı'nı da Kıyak'ı da kutlamak gerek.
Sıra şimdi bu malzemeyi kullanarak Mesud Cemil'in eleştirel bir biyografisini yazmakta. Akşam oluyor. Bana daima nefis yaz sabahlarını, ışıklarını, renklerini anımsatan, bahar ve yaz kokuları getiren Nihavent'ten bestelenmiş Mesud Bey'in Saz Semaisine dönmenin tam sırasıdır.