Türkiye'deki güncel edebiyatla ilgili bir temel iddiam var. Ne derecede yayıldığını ya da paylaşıldığını bilmiyorum. Ama mevcut ve hızla gelişen edebiyatın birkaç temel meseleyi içerdiği kanısındayım.
Bunların hepsi edebiyatın üzerine oturduğu yeni sosyolojilerle ilgili. Canlı, üretken ve hepsinden önemlisi ciddi bir edebiyat eleştirisinden yoksunuz. Zamanında (1990'lara kadar) önde gelen edebiyat dergileri yaşanılan dönemin, günün sorunlarıyla kapsamlı şekilde meşgul olurdu. Onu çeşitli açılardan kuşatmaya çalışırlardı. Bugün böyle bir değerlendirme anlayış ve yaklaşımından uzağız. Nedeni şu: edebiyat sadece 'üretilen' ama üstünde düşünülmeyen bir verim alanı.
Bizatihi bu durumun kendisi başlı başına bir sosyolojiye tekabül ediyor. Ne oldu da edebiyat roman ve öykü yazım ve yayımıyla bu derecede yüklendi? Sokakta karşılaştığım herkes bana "Bir roman yazıyorum" diyor.
Yayınevleri birbiri ardınca roman, novella, metin, anlatı yayımlıyor. Öykü de öyle; bir 'rönesans' yaşıyoruz. Her yer tıka basa öyküler ve öykü kitaplarıyla dolu.
İşaret ettiğim durumun vahim olduğu kanısındayım. Bizatihi üretimin kendisi tüketime dönüşmüş durumda. Buna 'tüketici üretim' demeyi tercih ediyorum. Körleştirici, görmeyi (algılamayı) engelleyen bir üretim söz konusu. Bir tür bolluk. O derece ki, artık bir le grande bouffe (ağır/büyük tıkınma) söz konusu. Evet, tıkınma. Tadına varamadığımız bir şekilde sadece atıştırıyor, ağzımıza tıkıyor, yutuyoruz. Ya da buna karşılık sıkı bir perhiz yapıyoruz. Kimse elini bu büyük masaya uzatmıyor. Çünkü o masaya yaklaşmıyor. Daha azla ama daha nitelikli şeylerle yetindiği bir ortamda kalıyor.
Neden? Post Entelektüel Dönem ve Edebiyat isimli kitabımda bu soruna değinmiştim.
Orada sıraladığım nedenleri bir de burada sayıp dökmeyeceğim. Fakat şuna değinmeliyim: edebiyat, tüketim toplumuna teslim oldu. Artık bir direnme/direniş alanı değil edebiyat. Yanlış anlaşılmasın: edebiyat toplumsal veya siyasal olana direnir. Ama öncelikle kendisine direnir. Edebiyatın 'maliyesi' farklı işler. Kalp paranın iyi parayı bozmamasına çalışılan asıl alan edebiyattır.
Bugünse edebiyat bir vazgeçiş alanı.
Bahsettiğim büyük tüketimci üretimi edebiyatın işlevinden vazgeçenler ya da onu hiç dikkate almayanlar gerçekleştiriyor. Her şeyin öldürücü bir bolluğa eriştiği dünyada edebiyatın da o kervana katılmasından başka çare, çıkar olmadığını görenler, oturup roman yazıyor. Öylece mevcut dünyayla özdeşleşiyor.
Üstelik başka bir şey yapıyormuş düşüncesiyle avunmak da var işin içinde: çok nitelikli, soylu bir iş yapar görünüp hiçbir şey yapmamak. Yeni orta sınıfların daha doğrusu beyaz yakalıların oluşturduğu, home- office'lerin hakim hale geldiği dünyada bu kaçınılmaz son kendisini dayatıyor. Bahsettiğim edebiyatı da beyaz yakalılar, erken emekliler, para kazanmış ve hemen emekli olmayı tasarlayanlar üretiyor.
Bu durum sadece roman/öykü yazanlar için geçerli değil ki. Bir de dergi yayımlayanlar var. Bavul, Ot, Kafa, Kafka Okur ve daha adını anamadığım sayısız dergi edebiyatı popüler meta (mal) haline getiriyor.
Burada vurgu popüler sözcüğüne değildir.
Meta sözcüğünedir. Belli bir düzeye erişince meta, belli bir tüketim düzeyine oturunca zaten popülerleşiyor. Söz konusu dergilerle ilgili eleştiriler belli. Sosyal medya onları kapsıyor. Gene 'popüler' olmak kaygısındaki köşe yazarlarının beslenme alanı o dergiler.
Onları övmek, hatta bunu belli bir ciddiyet ve 'ekspertiz' düzeyinde yapmak insana havalı olmak, güncel olmak, şık olmak, popüler olmak fırsatını, şansını veriyor. Niçin kaçırılsın? Ama o dergiler, şairlere atfen olmayan mısralar, kıtalar, şiirler yayımlıyor, popüler edebiyat gazeteciliğini edebiyat olarak sunuyor, pek önemli değil. Önemli olan 'connected' olmak.
Eleştiriyi işini yapmadığı için kınayalım mı, başa dönerek? Pek mümkün görünmüyor.
Soylu eleştiri bu garip ve mayınlı tarlaya, üstelik çok büyük, nasıl girsin? Hangi romanı veya öykü kitabını (ve niçin) eline alsın? Muhtemelen eleştirmenler de eğilecekleri ve eğlenecekleri kitaplar için birilerinin 'ön eleme' yapmasını bekliyor. Hayat gerçekten zor. Hal böyleyken sırtımızdaki yükü birisinin paylaşması gerekmez mi? Bu beklentiyi 'eleştirmiyorum', gerçekten haklı buluyorum. Tüketimin üretim üstünden yapıldığı bir dönemde soylu eleştiri istese de işlevsiz kalacaktır, istemese de.
Ayrıca marifet iltifata tabidir. Eleştirmen sesini kime yöneltecek? Herkesin hâlâ hatırladığı baş eleştirmen (kişisel olarak hâlâ çok önemsiyorum ve hâlâ yeterince tahlil edilmediği kanısındayım) Nurullah Ataç akımlar başlatıp akımlar yıkıyordu. Onun olduğu edebiyat dünyası şairler ve yazarlar için can pazarıydı. Tek bir kalem darbesiyle kelle vermek vardı. Bugünse böyle bir şey yok. O zaman eskiden beri öne sürdüğüm görüşümü tekrarlayayım: Sinema endüstridir.
Senede şu kadar bin film üretilir. Ve sinemanın Ataç gibi eleştirmeni olamaz.
Büyük sayılar teorisi bir gerçektir. 'Teori' kelimesi 'bakmak' kökünden gelir. Hangi birine bakacağız? Hepsine derseniz, sinemanın eleştirmeni Roger Ebert, Leonard Maltin olur. Şu veya bu senenin sayısız filmini puan falan vererek yayımlarlar. Eleştiri değil 'tanıtma' kitabı binlerce sayfayla çıkar 'piyasaya'.
Öldükten sonra da o 'eleştiri' (peki, tanıtım diyelim) kitapları yayımlanmaya devam eder. Ne yapmalıyız? Roman ve öyküler 'yıllığı' (yoksa 'almanak' mı deseydim?) mı yayınlayalım?Hiç olmayacak iş değil.
Geriye Orhan Koçak gibi eleştirmenler kalır. Veya iyi üniversitelerden mezun, geniş kültür edinmiş, mukayeseli edebiyat veya kültürel araştırmalar gibi programları bitirmiş kişilerin incelemeleri. Onları büyük bir zevkle ve bir ihtiyaç karşılığı olarak okuyoruz. Fakat 'sadra şifa' olmuyorlar. Olamazlar.
Gündelik olandan söz ediyoruz. Koçak'sa mesela İkinci Yeni şiirle, Turgut Uyar veya Edip Cansever'le uğraşıyor. Ceht!
Gene de büyük bir işaret. Demek ki, edebiyat eleştirisi hızla edebiyat tarihine dönecek, kapsamlı incelemeler yayımlayacak.
Yani eskiyle oylanacak. Edebiyat okurunun ilgisini çekmeyen akademik ve entellektüel meseleleri kendisine dert edinecek. Bu galiba biraz haysiyetle de ilgili. Sonunda daha dün denecek bir zamanda şiirini yayımlamış şairleri bilmemek acaba roman yazmanın bir parametresi olmalı mıdır? Daha beteri şiir yazmanın. Eleştirmenin haklı bir ürküntüyle çekinip, hatta korkup içine kapandığı bir dönemden geçiyoruz.
Gene o ağır sözcüğe, sosyoloji, dönelim.
18. yüzyılda değiliz. 'Salonlar' söz konusu olmaktan çıkalı çok oldu. Tercüme Odası'nın saygınlığı da kalmadı. Hatta 1970'lerdeki 'sol' hareketin getirdiği, çile yüklü olsa bile, 'prestij' unutuldu, en azından 'verilmiyor'.
'Öğretmen edebiyatçılar' kuşağı kapandı.
'Memur edebiyatçılar' bile yok. Edebiyatçı bugün neyle geçinecek, neyle yaşayacak?
Cevabı meçhul bir soru. Bazı şairler müzik eşliğinde şehir şehir gezip şiir okumayı tek yol olarak görüyor. Ne yapalım? Kısacası, maddi sorunların gerçekten çığ gibi ortada olduğu ve insanı ezdiği bir dönem bu.
Öte yanda, söyledim, beyaz yakalılar var. Ekonomik durumları iyi. Ama onlar da edebiyatı bir oyun, bir tüketim alanı olarak görüyor. Çoğu bilgisayar ve iletişim alanında çalışan bu insanların edebiyatı bir 'bilgisayar oyunu' olarak görmediğini söyleyebilir miyiz? Sonunda bilgisayarda yazıyorlar 'romanlarını', 'anlatı'larını. Üstelik bu iki kesim toplumsal, toplumbilimsel, sınıfsal olarak birbirinden kopuk, birbiriyle uzlaşmayacak, birbirine zıt iki çevreyi, haydi 'daireyi' diyelim (bir dönemlerde şimdi 'ofis' denen 'yer'in karşılığı olarak kullanılırdı: 'devlet dairesi') meydana getiriyorlar. Bu 'dertler'le edebiyat sosyolojisi ilgilenir. Ama bizde hep öyle oldu: edebiyat varsa sosyoloji yoktur.
Sosyoloji de edebiyatı ürkütüyor ve siliyor. 21. yüzyılın ilk 20 yılını neredeyse tamamladık. Vardığımız nokta bu. Klasiklerimizi, dünya klasiklerini arıyoruz. Bugünün klasikleri neler olacak, bilmiyoruz. Günü, toplumu ve bireyi karşılaştıran yalın anlatımın peşindeyiz. Bulamıyoruz.