Eh, ne yapalım, bazen böyle olur. Birisine (gizli) bir tutku geliştiririz. Bu daha çok (gizli) hayranlıktan kaynaklanır. Duygumuzun karşılığı olmadığından bu defa hayran olduğumuz kişiyi bir tür tepki nesnesine dönüştürür, uğraşır dururuz kendisiyle. Ona duyduğumuz öfke aslında kendimize yöneliktir falan... Ama, gelin, Nuray Mert'in çoğu zaman adımı vermeyerek hakkımda yazdığı yazıları okurken bir yandan gülümseyip bir yandan anımsadığım şu psikanalitik düşünceleri bir tarafa bırakayım ve asıl konuya geleyim.
'Ah Bu Tarihin İki Yüzü' başlıklı yazıma bir 'nazire' mi desem, bir 'tariz' mi desem, Mert bir şey yazmış. Hayli yukarıdan bakarak, her şey kendisinden sorulur yalancı edasıyla, paldır küldür girdiği yazıda, galiba kendisine yakışan ama 'akademik unvanına' yakışmayan bir derbederlik içinde saçmış savurmuş, esmiş gürlemiş.
Beni, tam anlayamasam da, 'Lozan'a hayır diyenler' arasına katıyor, galiba biraz da neo-Osmanlıcılıkla suçluyor. Ama yazının başında bizdeki solcuların sağ kesimin duygu dünyasını anlamadığını, pek bilmeden ama hayli bilmiş bir biçimde, galiba bu da onun bir karakter özelliği, yazıyor.
Hemen cevap vereyim. Bu neo-Osmanlıcılık meselesi elbette gündemde. Fakat maalesef bu Mert hocamızın pek bilmediği bir husus var. Ben belirteyim, o yazıda da değinmiştim, kavram sonradan kendisine muhafazakâr diyen çevreler tarafından gayet mahcup biçimde ele alınsa da (ki, bazı sağ çevreler de şiddetle reddetmiştir) esasen bir 'sol' (çevre) kavramıdır.
Şaşırmayın, böyle esip ama yağamamak tavrını bir tarafa bırakarak bakarsanız, işte kitapları ortada, İsmail Cem'den, Attila İlhan'a, Kemal Tahir'e kadar soldayım diyen bu şahısların 'sol adına' yazdıklarını bu ülkede değme muhafazakâr, sağcı yazmamıştır. 'Hangi Batı'yı sağcılar yazmadığı gibi Kemal Tahir'in, Celal Bayar'la karşılaştıktan ve görüşlerinin ne derecede birbirine yakın olduğunu gördükten sonra, her zamanki telaşıyla Şeytan Aldatması diye bir roman yazmaya soyunduğunu Halit Refiğ anlatıyor. Söyledikleri de açıktır, OD bizimdir, biz, Batıya yaranmak adına Hilafeti kaldırdık, bize ait olan her şeyi reddettik. Mert, bir zahmet Attila İlhan'ın diğer yazılarını topladığı nispeten sıkıcı kitaplarını değil Sırtlan Payı romanını okursa, hem bunları öğrenir hem de zevkli birkaç saat geçirir. Ha, elbette 'Lozan Zafer mi Hezimet mi' gibi kitaplar vardır ama onlar işin bu cephesini değiştirmez.
Şimdi gelelim meseleye. Lozan'a hayır falan demedim. Asla demem. Musul ve Kerkük bizimdir de demem. Nitekim bu kardeşçiğimiz, başına sonuna bakıp, gene başta bahsettiğim malum dürtülerinin tesiri altındaki yazısını abul abul yazmasaydı, bendenizin, Demirel'den ve bir Orgeneral'den, birbirine onca zıt iki kişiden, bu konuda dinlediğim, 'birbirinin aynı' görüşleri, ortak bir zihin haritasının nirengi noktalarını göstermek maksadıyla zikrettikten sonra 'şartların değiştiğinin farkındayım' diye yazdığımı görürdü. (Hasan Cemal, Demirel'in ve Özal'ın bu konudaki görüşlerini daha da ayrıntılı yazdı, Kürtler kitabında.) 'Kuşkusuz Türkiye orada toprak hakkında bir şey söylemeyecek' dediğimi okurdu. Barzani'yle ki, Güney Irak petrolleridir söz konusu olan, Türkiye'nin iyi geçinmesini ABD'nin önerdiğini belirttiğimi okurdu. Yani benim söylediğimle bu pek Mert dostumuzun söylediği arasında pek bir fark yok. Ama 'Sykes-Picot'nun çöktüğü bir dönemde bugünkü durum Türkiye dış politikanın imkanlarını kullanarak yeni kombinezonlar deneyecektir' de diyorum. Elbette diyorum.
Demeyeyim mi? Denemesin mi? O deneme sadece askeri hareket midir? Mert bu işlerden pek anlamaz, çalıştığı Uluslararası İlişkiler bölümündeki hocalara sorsun, onlar kendisine anlatsınlar, dış politika böyledir, her gün yeni imkânlar denersiniz.
Aman efendim, Mert dostumuz, başka zamanda olsaymış, bunları laf cambazlıkları, iktidar havzasında bulunmakla falan ilişkilendirecekmiş ama ülkeyi felakete sürüklüyormuşum, hepimizin geleceği söz konusuymuş. Vay canına! İktidar, hükümet, dış politika üstünde böyle tek bir cümleyle hâkimiyet kuracak, yönlendirici gücüm olduğunu kendisinden öğrendim, sağ olsun. Bari söyledikleri böyle ucuz, sıradan, basit polemiklerin konusu değil de gerçek olsaydı.
Son olarak çok önemli değil ama Mert'in neyi nasıl okuduğunu Benjamin meselesine değinerek göstereyim. Tarihin geçmişe ve geleceğe bakan iki yüzünden bahsedip gene de hep bugüne bakar diyen Maxime de Camp'tır, azizim Watson, bakın yazmışım, Benjamin onu zikretti/ alıntıladı diyorum. De Camp, Benjamin'in sandığından da haklıymış diyorum. Kendisi, Klee'nin Angelus Novus resmindeki melekten hareketle çok başka bir şey söylüyordu, hatırlıyor musunuz? Ama yazıyı değil zihnindekini okuduğundan, Mert ve de Camp'ı belli ki, hiç bilmediğinden Benjamin'e tutulmuş. Tutkunun sonu yok...
Bu 'stalker'lığın da sonu yok...