1993'te gelen bir daveti kabul etmiş ve ABD'de, 'Amerika'da Çokkültürlülük' başlıklı bir programa katılmıştım. Uzun bir süre o ülkede kalacak, çeşitli kentlerde, belli bir yoğunluğa sahip etnik gruplarla bir araya gelecek, üniversitelerde bu konuları çalışan hocalarla görüşecektim. Gittim. Çok sıkıcıydı. Ama ilginç gözlemler kaldı bana. Birini özellikle unutmadım.
Meksika sınırına götürülmüştüm. Sınır alabildiğine geniş bir duvardı. Cormac McCarthy romanlarından alınmış bir tipe benzeyen Sınır Güvenlik Birimi'nin şişman amiri odasının devasa camlarını işaret etti. Baktım, duvarın üstünde hareket eden, karınca büyüklüğünde ama arı kovanı gibi vızır vızır işleyen lekeler vardı. Onların, Amerika'ya 'geçen' kaçak göçmenler olduğunu söyledi ve isterlerse hepsini bir çırpıda yakalayabileceklerini belirtti.
Yakalamamalarının nedeni kan dondurucuydu. Amerikan ekonomisi ucuz iş gücüne muhtaçtı ve her yıl belli bir sayıda kaçak göçmen istiyordu. Sınır ihlaline göz yumuyor, o sayıya ulaştıklarında geçişleri kesiyorlardı. Kısacası, sömürünün yasallaştırılmış haline tanıklık ediyordum.
Derken bir başka grupla tanıştım. Genç irisi, çok şık, hani böyle her şeyden tiksinir, herkesi küçümser görünümlü ama konuşunca sıcak ilişki kuran bir kişi bana göçe karşı olduklarını söyledi. Adamcağız açıkça ırkçı bir tavır takınıyor, göçün ırkı bozduğunu, toplumu yozlaştırdığını, ahlaki düşkünlük yarattığını, ekonomik düzeni alt üst ettiğini söylüyordu. Çok ateşli bir biçimde, ABD gibi göçe ve göçmene dayalı bir toplumda yerlerinin güçlendiğini, görüşlerinin gün günden fazla taraftar topladığını dile getiriyordu.