2003 yazıydı, yanılmıyorsam. Columbia Üniversitesi'nde yaz çalışmalarını bitirip dönmüştüm. Bir öğleden sonra şimdi yerinde yeller esen, çok sevdiğim Taksim'deki Marmara Oteli'nin altındaki kafede otururken baktım karşımda o oturuyor. Bir vesileyle gelmiş. Yanında eşi var. Hiç o işleri seven, yapabilen bir adam değilim. Ne düşündüm bilmiyorum, gidip tanıştım, John Nash'le. Biraz sohbet ettik. Benim karmakarışık eğitim geçmişim çok ilgisini çekti.
Aradan birkaç yıl geçti. Artık Princeton'dayım. Bir öğlen gene çok sevdiğim Prospect House'da yemek yiyorum. Ondan sonra kendisini neredeyse bütünleşmiş göreceğim tenis ayakkabıları, beyaz kot pantolonu ile elinde tepsisi geldi yanıma oturdu. Beni tanıdığı falan yok elbette. Ama ben kendimi tanıttım, İstanbul'daki karşılaşmadan bahsettim. Hatırlamadı, sadece zihninden bazı bulanık hatıraların gelip geçtiğini fark ettim.
Dereden tepeden konuşmaya başladık. Princeton Ekonomi Bölümü'nde çalışan, liseden sevgili sınıf arkadaşım Ahmet Faruk Gül'den söz açıldı. Birlikte çalıştıklarını söyledi. Paranın olmadığı bir ekonomi tasarladığını açıkladı. Ben de Yakın Doğu Çalışmaları Bölümü'nde ders verdiğimi söyleyince, yemekten sonra odana gidebilir miyiz dedi... Çıktık, başına gene daha sonra sürekli olarak göreceğim komik bir yün külah taktı, bej rengi pardösüsünü giydi, beş adım ötedeki odama gittik.
Bizim bina onun öğrencilik zamanında Princeton'un hâlâ efsane, hâlâ dillere destan matematik bölümüymüş. Ondan önce de oturduğum odada büyük fizikçi Heisenberg otururmuş. Üst katta da Einstein'ın büyük salonu vardır. Şimdi camlarında formüllerinin vitrayları yer alıyor. O binada okumuş. Odama geldik. Bana bilgisayarda kendi sitesini gösterdi. Ben kendisine 'flash disk'lerden bahsettim. Duymuştu ama hiç kullanmamıştı. 'Almayı düşünüyorum' falan dedi. Sonra masanın kenarındaki koltuğa oturdu. Hiç konuşmadı. Öylece kaldı. Bir şey içer misiniz dedim, hayır dedi. Sonra gitmek istedi. Biraz dolaşalım dedi. Binanın zemin katını dolaştık. O zamanki giriş çıkışları gösterdi. Gitti.
Akşama bana bir e-mail iletti. Gene flash disklerden bahsediyordu. Çocukça yazılmış bir metindi. O da zaten yanımdayken bana bir çocuğu anımsatıyordu. O kadar sakin, duru, temiz bir yüzü vardı. Bazen bakışlarını ifadesiz buluyordum ama bu yüzündeki çocuksuluğu daha da güçlendiriyordu.
Ondan sonra uzun bir süre haftada iki üç kez odama gelip gitti. Çoğu zaman konuşmuyordu. Merhaba deyip içeri giriyor, sandalyeye oturuyor. Elini çenesine koyup, bacaklarını üst üste atıp düşünüyor, sonra çıkıp gidiyor. Aylarca sürdü. Bir gün bir yolculuğa çıktı, sonra hiç gelmedi. Aradım, yemek yiyelim dedim. Bel fıtığıyla uğraşıyordu. Ama birkaç kez yemek yedik. Ortadan kayboldu. Döndükten sonra biraz yazıştık. Derken arkası kesildi.
John Nash elbette bilim dünyasında çığır açan bir insan. Katkılarını ben ne bilebilirim ne anlatabilirim. Öyküsünü ise malum filmden sonra herkes biliyor. Ama benim için en az onun kadar önemli olanı Princeton Üniversitesi'dir. O ölçüde kıymetli birisini ziyan etmeyip, yıllar yılı bağrında saklayan bir kurum ancak üniversite olabilir, ancak bir üniversite o tutumu gösterirse Princeton olabilir. Değerli tarihçi dostum Heath Lowry anlatmıştı. O da John Nash'i yıllarca izlemiş. Büyük dâhi, Princeton kasabası tren istasyonunda inen yolcuları külliyeye taşıyan küçük iki vagonlu trene her sabah yanına bir öbek gazete alarak biniyor. Hiç inmeden gece tren son seferini yapana kadar oturup onları okuyor. Kimse tek bir şey söylemiyor, bir tarizde bulunmuyor. O da çekip gidiyor, vakti, saati gelince. Nash, Nobel'i aldıysa bu anlayışın sonunda almıştır. Bir Nobel'i de Princeton hak ediyor kanımca.
O kadar ki, aziz dostum, kardeşim Robert Finn'in öyküsü beni çok etkilemişti. Çok yetenekli, çok eğitimli bir şair arkadaşları çok ağır bir ruhsal kriz geçiriyor, işini, her şeyini yitiriyor. Robert oturup okulun yöneticisine bir mektup yazıp 'böyle bir insana Princeton'da yer yoksa, ona yeryüzünde yer kalmamıştır' diyor, adamı alıp işe koyuyorlar, yıllarca ders veriyor, toparlanıyor.
Nash'in talihsiz ölümüne çok üzüldüm. Sırrını 'çözemediğim' (!) bir insan olarak sıcaklıkla anımsıyorum onu. Ama bir o kadar da Princeton üniversitesini, o kadar yaralı bir insanı el üstünde tutan o büyük okulu düşündüm. Kasabanın yemyeşil ağaçları, milyonlarca kitabı barındıran Firestone kütüphanesi gözümün önünden geçerken, yeryüzünde rastlantı yok dedim bir daha kendi kendime...