Birkaç kere gittiğini gördümse de demokrasinin geldiğini hiç görmedim demişti Ahmet Hamdi Tanpınar. Onun yaşadığı yıllarda demokrasi zaten bilinen ve kullanılan bir kavram değildi. Atatürk'ün ABD Büyükelçisiyle yaptığı bir konuşma var. YouTube'da bulunup izlenebilir. ABD ile Türkiye arasında bazı yakınlıklar olduğunu belirten Atatürk, diye diye ancak "Türk millet tab'an demokrattır" diyordu. Ama doğasıyla demokrat olan bu toplumun demokratikleşmesi için herhangi bir çaba sarf edilmiyordu.
Doğaldı. 1930'lu yıllarda demokrasi ve liberalizm neredeyse lanetlenen iki kavramdı Avrupa'da. Faşizmin yükseldiği yıllardı o zaman. Ona karşı şiddetle verdiği mücadele neticesinde savaşı kazanan fakat Yalta'da dünya liderliğini kaybeden Churchill de çok önemli bir saptamada bulunup "demokrasi İngilizce konuşan ülkelerin rejimidir" saptamasında bulunacaktı. Gerçekten de sadece Atatürk'ün diplomatıyla konuştuğu ABD o sırada demokrasiyle yönetiliyordu. Bir de İngiltere. Fransa bile faşizmle iç içeydi, tarihi boyunca.
***
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Meclis'i açış konuşması demokrasinin Türkiye macerasında bir dönemeç. Konuşma, Başbakan'ın açıkladığı demokrasi paketinden hemen sonra yapılıyordu. Cumhurbaşkanı o paketi onaylamakla kalmıyordu. Daha da genişletilmesi için çağrıda bulunuyor ve çok önemli bir saptama getiriyordu. "Dünyada hakları ve özgürlükleri sonuna dek kullanıp bundan zarar görmüş tek ülke yoktur" diyordu. Türkiye'nin de o noktaya taşınması gerektiğine bir işaretti bu.
Öyledir. Daha önce bu köşede ele aldığım
Daron Acemoğlu'nun son çalışmaları bu konuda çok önemli bir dönemeç aldırdı dünyaya. Acemoğlu, zamanında dünyayı katıp karıştıran
ABD müdahaleciliğinin diline pelesenk ettiği 10.000 dolar altındaki ülkelerde demokrasi olmaz tezini alt üst edip, 10.000 dolara çıkmanın yolunun da demokrasiden geçtiğini saptadı. Yani gelişmek, ilerlemek için demokrasi gerekiyor. Geliştikten sonraki demokrasinin fazla anlamı yok.
Gül'ün konuşması bu genel saptamanın gergefine başka bir kavram işliyor. Kimsenin gözüne çarpmayan ve konuşmanın bütünü içinde kalan o kavram,
"demokratik sahiplenme." Türkiye'de yaşanan
üniter devletin tekçi yapısından şimdi demokrasi paketiyle biraz daha yakınlaştığımız
çoğulcu devlet sırrı bu kavramda yatıyor. Üstünde çok durulması ve düşünülmesi gereken bir kavram olarak görüyorum bu saptamayı. Biraz açayım.
Bir toplumda, adını koyalım, Türkiye'de
toplumla devlet arasında bir çatışma var. Bugüne kadar bu ülkedeki
demokrasi zafiyeti toplumdan kaynaklanmıyor. Devlet o kısıtlamayı yaratıyor. Çünkü devletin kurumları kendini toplumun üstünde görüyor ve topluma dayatmacı şekilde davranmayı meşru sayıyor. O zaman toplumun devleti
benimsemesi söz konusu olmadığı gibi, demokrasi inancı da zayıflıyor.
Demokrasi soyut bir kavram olarak benimsenebilir. Ama devlet ancak demokratik bir pozisyon içinden kabullenilir. Yani demokratik taleplerimin karşılandığına inanıyorsam devlete sahip çıkarım. Devleti o demokrasi bağlamında benimserim. Demokrasiden arınmış bir
soyut devlet kabulü bugünkü çağın tercihi değildir. Devleti devlet olduğu için benimsemiyor artık hiçbir ülkenin yurttaşı. Devleti ihtiyaçlarını karşıladığı oranda sahipleniyor insanlar ve toplumlar.
Onun temelini de demokrasi meydana getiriyor. Eğer bu
ülkede Kürtler, Müslümanlar, Aleviler, gayrimüslimler vb temel hak ve özgürlükleri karşılanırsa devleti benimseyebilirler. "
Demokratik sahiplenme" budur. Toplumsal barışı sağlayacak olan da bu olgudur.
Cumhurbaşkanı Gül'ün getirdiği bu çok önemli kavramı daha fazla tartışmalıyız.