Bu başlığı belki de bir başkası, ölen bir başka kişiyi tanımlamak için yazmıştı. Belki aklımda oradan kalmıştır. Hatırlamıyorum. Ama kendisini tanıdığım günden beri Tuncel Kurtiz'i hep öyle andım, kendi içimde: fırtına. Gerçekten fırtına gibi bir adamdı ve girdiği her yerde kendi kasırgasını estirirdi. İçinde bulunduğu her anı, her mekânı bir "performans" vesilesine ve alanına dönüştüren ondan başka kimseyi tanımadım.
Hayat onun için kendisi olmaktı ve Kurtiz, ancak "eyleyerek" kendisi oluyordu. Şarkı, türkü söyleyerek, şiir okuyarak ve oynayarak. Yaşamı bir oyun değildi de, oyunculuktu. Hakkında ne yazık ki hazırlanan tek kitaba verilen ad "Oyuncu" kadar onu doğru nitelendiren başka sıfat olamaz. Öyle olunca da Şekspir'in dediği gibi "tüm dünya bir sahne" idi.
Bırakın şimdi o Ramiz Baba veya Şeyhülislam rollerini. Dünya çapında bir oyuncudan söz ediyoruz. Berlin'in büyük ödülünü alan odur. Peter Brrok'un Mahabarata'sında oynayan odur. Sadece bu ikisi onu evrensel bir oyuncu yapmaya yeter. Bir bira reklamında oynamıştı. Sadece o birkaç dakikalık rol onun düzeyini, yetkinliğini, ustalığını kanıtlar. Ama Türkiye onu bu özellikleriyle hiç mi hiç tanımadı. Umut'taki, Sürü'deki, Yol'daki, Otobüs'teki, Kuzunun Gülümsemesi'ndeki rolleri gene yeter de artar bile. Türkiye bilmedi bunları.
O oyunculuk kendiliğinden çıkmadı ortaya. Tamam, Kurtiz, taşkın bir adamdı ama o taşkınlığın bir anlamı vardı: kendisini Şaman olarak tanımlıyordu. Tepeden tırnağa doğruydu. Şamanın kültürel ve antropolojik olarak yaptığı neyse kendi mikrokozmosunda onun yaptığı da oydu. Bunu sistemli biçimde gerçekleştirdi de.
"Yarattığı" Şeyh Bedrettin Destanı yeryüzünün en önemli sahne eserlerinden biri olmaya layıktır. İlk kez Viyana'da gördüğümde beynimden vurulmuşa dönmüştüm, bütün o kadınlar korosu ve müzikle birlikte. Tuncel, tüm Anadolu ayin ve zikir geleneğini, hayatı boyunca ilgisini canlı, diri ve ayakta tuttuğu antropoloji, folklor, mitoloji birikimiyle yoğurup Nâzım Hikmet'in yorumunu fersah fersah aşan bir Bedrettin yaratmıştı. Bildiğim kadarıyla o gösterinin bir video kaydı bile yoktur. Daha ne anlatayım?..
O canlandırmada uyguladığı şaman edimini gündelik hayatında daima gerçekleştirdi. Karınca kaderince katkım olmuştu Türkiye'ye dönüşüne. Hayatı boyunca bunu tekrarladı tüm alicenaplığıyla ve benim kendisini Türkiye'ye getirdiğimi söyledi, abartarak.
İşte ondan sonra Kültür Bakanlığı'nda ziyaretime gelmişti. Odaya fırtına gibi girdikten sonra "âlemimiz" başlamıştı. Karşılıklı şiirler falan... Hayatının en önemli deyimi olan cezbe, vecd gerçekleşmekte gecikmedi. Şamanlığına dönmüştü, zikrediyordu. Haykırmalar vs... koridordakileri ve görevlileri içeride ne oluyor diye kapıya dayanmak zorunda bırakmıştı. Ben ortalığı toparlamak telaşındayken o çıktığı divanın üstünde ayinine devam etmiş, "bırak yahu baksınlar, gelsinler" deyip bu defa şaşkın bakışlarla kendisini izleyenleri işin içine dahil etmişti. Günlerce sürerdi o âlemlerimiz.
Antropoloji, mitoloji ve edebiyat bilgisi onu Türkiye'yi ve insanını olduğu kadar karanlık ve kötücül olanı anlamaya da götürmüştü. Bizans-Anadolu üstünden "okuyordu" İstanbul'u. Yeryüzünde, onun kadar kafasında proje dolaştıran bir ikinci insan bulmak olanaksızdır. Galata ve Bülent Ersoy onun için aynı çizgiydi ve beraber bir film yapmayı kuruyorduk. İstanbul'a taşındıktan sonra onun Tünel'deki evine çok gitmiştim. Arka sokaklarda onunla çok dolaşmıştım. Deri pantolonları, fötr şapkaları, sakallarıyla herkes için çekiciydi. O sokaklarda da oynuyordu.
Tuncel Kurtiz bir büyük kültür adamıydı işin özü. Sonunda beni 40 yıldır kapısından girmediğim Kars'a götürdü. Bir sabah kahvaltı ediyorduk. Amerikalı bir arkeologla karşılaştık. Adam Tuncel'in bilgisi karşısında şaşkınlığa düşmüştü. Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir. O oyunculuk kendiliğinden olmadı. Onun kadar genç birisini daha görmedim. Son konuşmamızda izlediği genç sinemacıları ve filmlerini anlatıyordu soluk soluğa.
Derin bir nostaljisi ve azgelişmiş ülkelerde iş yapıp karşılık bulamamış tüm insanlar gibi derin bir kırgınlığı vardı, hiç belli etmediği. Sadece arada bir "acı çekiyorum" derdi mesela İstanbul'un yıkılıp gittiğini gördükçe. Sonradan ulaştığı tanınmışlığın da, itiraf edeyim, olanca saygısına rağmen onun için fazla bir anlamı yoktu. Daima anonim olmak istiyordu. Daima kendisiyle ve hayalleriyle kalmak istiyordu. Çünkü sadece kendisine yetecek kadar değil herkese, herkese yetecek kadar büyük ve geniş bir dünyaydı.
Şimdi ben "acı çekiyorum"...