Kuşkusuz büyük bir yeteneğe sahipti, o ölçüde zeki ve kurnazdı. Hepsinden önemlisi büyük bir iradenin, özgüvenin insanıydı. Kendi inancını dünyanın merkezine koymuştu ve ondan bir nebze şaşmıyordu. Bütün bu nitelikleri onu kısa sürede bir lider konumuna getirmişti.
Onunla müzakerelerde bulunmuş bir BM görevlisiyle konuştuğumda bana onu alt etmenin neredeyse mümkün olmadığını söylemişti. Hem olayların geçmişine, tarihine vakıftı, hem konulara hâkimdi. İngiliz sisteminde yargıçlık yapması nedeniyle müthiş bir hukuk bilgisi vardı. İngilizcesi anadili gibiydi. Karşı taraf Türkçe anlamıyordu, o Rumcayı da bihakkın konuşuyordu. Son toplantılarda Talat'ın bile sözü tamamen ona bıraktığını belirtmişti.
Ama tüm bu özellikleri taşıyan ve fiili saha mücadelesinden gelen önderler gibi o da değişmeyi, görüşlerinin yanlış olabileceğini, şartların savunduğu davayı başka bir noktaya çekebileceğini ve haklı olmanın, kazanmanın asıl koşulunun da bu değişimi sezmek, izlemek ve somutlaştırmak olduğunu görmüyordu. Şimdi vasiyeti denilen sözlerine bakıyorum, orada da bu taviz vermez katı ve kendisini zorlayan tutumun izleri var.
***
Denktaş bir mücadele adamıydı. Mücadelesi çok uzun bir süre meşruydu. Meşruluğun ötesinde bu mücadele bir halkın varoluş kavgasıydı. Ne var ki, sonunda Denktaş'ın mücadelesi
Kıbrıs mücadelesi olmaktan çıktı. Başka ve Türkiye'nin iç politikasına dönük
olumsuz arayışların bir aracı haline geldi.
Denktaş, ölümü göze alarak Kıbrıs'a girmeye çalışırken tutuklanmış birisidir. Bu derecede cesur ve yiğittir. Ama aynı zamanda belli bir dönemde yetişmiştir ve
Türkiye toplumundaki değişimi algılamak da istememiştir. Onun inandığı sistemde merkez, yani ordu, seçkinler ve bürokratlar toplumu yönlendirmelidir. Hele ordu bu sistemin belkemiğidir.
Bir tür sivil askerdi Denktaş. Dolayısıyla da askerin Türkiye için vazgeçilmez olduğunu düşünüyordu.
***
O kadar ki, Kıbrıs, bir anlamda "
ordunun ülkesi" haline gelmişti. O kadar ki, Denktaş Türkiye'den yanına aldığı bir anayasa hukukçusuyla
Kemalist rejimin kurucu unsurlarını sonuna kadar savunuyor, Kıbrıs meselesini
Türkiye'deki rejimi zayıflatmak, yıpratmak için kullanmak maksadıyla olanca maharetini gösteriyordu. Kıbrıs meselesi gitti sonunda
1997 ve 2007 darbe girişimlerinin ürettiği
laik ve ulusalcı Kemalizmin sembolü oldu. 2002 sonrasında sivil yönetime karşı geliştirilen bu yöndeki girişimlerde "Kıbrıs meselesi"ni kullan(dırt)maktan kaçınmıyordu, ne yazık ki... Müzakerelerde sivillere hem de o anayasa profesörüne gelen bir faks mesajı aracılığıyla köşeye sıkıştırmaya çalışıyor, Türkiye'nin yeniden bir kaos darbesine sürüklenmesine zemin hazırlıyordu.
Devlet öncelikli, devlet perspektifli bir bakış açısı, bir politik kabul Denktaş'ın zihniyetinin belkemiğiydi. Yalnız değildi. Geçmişlerinde sivil tepkiler olsa da sonunda devletin önceliğini ve öncülüğünü tartıştırmayan, tersine benimseyen bir noktada
Demirel ve
Ecevit'le buluşmuştu. Ama 2002, hele hele 2005 sonrasının yeni bir anlayış ürettiğini görmek istemedi, onu aşmak için sonunda,
Annan Planı'nda gidip Rum kesimiyle aynı tercihte buluştu.
Her zaman söylemişimdir, kahramanların günü kısa olmalı!