Peki, kendimi revize edeyim, "darbe" demeyeyim, öyle yazınca insanlar hemen sokaklarda tankların dolaştığı bir anı düşünüyor ve "bu artık olmaz" diyor.
Ben de aynı kanıdayım, "o" artık olmaz.
Olmuyor da zaten, "küçük" Sincan "kazasını" bir tarafa bırakırsak ne 28 Şubat'ta yaşandı öyle bir şey ne de 27 Nisan muhtırasından sonra. Asker de o yönetimin işlemediğini gördüğünden farklı yollar denedi ve daha önce yazdığım gibi el-hak kendi planlaması içinde başarılı oldu.
O zaman, darbe kavramını, sözcüğünü "iktidar"la değiştirsek nasıl olur? Yani, asker bundan sonra iktidara ortak olmak düşüncesinden, hatta daha ileri giderek, iktidarı denetlemek, iktidarda istediği siyasetlerin olmasını istemek, o siyasetleri dilediğince yönlendirmek düşüncesinden vazgeçecek mi? Ya da asker bu uzun tanımın özeti olacak biçimde sivil siyasetin arkasında bir yerde durmayı, onların denetimi altında bulunmayı kabul edecek mi?
İşte ona bütün bu yaşanan ve hepsi ayrı ayrı çok önemli olan gelişmelerden sonra bile hazırlıksız olduğu kanısındayım ve o düşünce ancak çok farklı girişimlerden sonra değişebilir. Nasıl hazırlıklı olabilir ki asker böyle bir şeye? Daha çok kısa bir süre önce bir Genelkurmay Başkanı askerin siyasete ne kadar müdahil olması gerektiğini basına ve ilgili her çevreye ders verir bir mahiyette, gayet kibirli bir şekilde ve çok üst bir perdeden, bütün gerçekleri açıklıyormuş edasıyla kitaplara, yazarlara referans vererek "öğretiyor"du. Her türlü moral ve "entelektüel" desteği sağlıyordu o çevreye.
Öyleyse, bu sistem hiç mi değişmeyecek veya hiç mi değişmez?
***
Bu iş askerin vereceği bir karar değildir.
Hep öyle sanıyor, dolayısıyla da yanılıyor bu toplum ve taraflar.
Asker değil, sistemi demokratikleştirecek olan siyasetçiler ve sivillerdir. Demokratikleşme için askerin alicenaplık yapıp kenara çekilmesi ya da şefaat etmesi değildir yöntem. Sivillerin kararlılığıdır. Bu da bir iktidar oyununun çok ötesine geçen bir demokratik ruhu gereksinir. Türkiye'de eksik, kısıtlı olan budur.
***
Her iktidar askerle olan ilişkisinde bir süre sonra bocalamaya başlar. Türkiye'de
merkez siyasete talip olan organizmaların hiçbiri tepeden tırnağa bir demokratik anlayışla donanmamıştır. Cumhuriyet tarihinin ve öncesinin hazırladığı iklimde yetişmiş olan bu kadroların
devletle ve askerle kurduğu, ancak sosyal antropolojinin açıklayacağı, bir karmaşık ilişki vardır. Devlet "
baba" imgesi olarak onların çoğunu daha başlangıçta büyülemiştir. Aynı şekilde ordu bambaşka duygularla zihinlerini, hatta zihin dışını işgal eder.
Buna bir de
milliyetçilik düşüncesini ekleyin. Çok değil, milli kavramının sıfat olduğu sayısız yapıdan ve kurgudan kurtulalı (kurtulduk mu?..) daha ne kadar oldu ki?.. İslami kadrolar bugün kendi aralarında
ümmetçi İslam'la, milliyetçiliğin genetik dönüşümünün bir türü olan
milliyetçi İslam'ı kendi içinde henüz tartışmaya başladı.
Bu algıların tamamı orduyu ve devleti aynı ve çok yüceltilmiş bir pozisyona yerleştirir.
Şimdi bu kökten, bu karmaşık yapıdan doğmuş olan bir iktidar
2007'den başlayarak, bilhassa
2010 Askeri Şûrası'ndan sonra asker-devlet-siyaset ilişkisini yeniden kurmaya çalışıyor. Bazen tökezleyerek bazen o genetiğin harekete geçmesine gene bizzat kendisi direnerek. Bunun zor bir yöntem olduğunu görmemek olanaksız.
***
Ama bunu aşmanın bir tek yolu var:
yeni bir anayasa. Türkiye'de
1961'den bu yana sivil anayasa yok; yapılmadı hiç. Bu anayasaların tamamı maalesef üstelik de siviller eli ve aracılığıyla sistemi iki önemli unsura mahkum ettiler:
asker ve devlet. Devlet zaten asker demektir denirse onu da kabul ederim.
Böyle bir seçimin de tek anlamı vardı:
anti-demokratik bir yapı. Doğal; çünkü askerin bir icadı olan Kemalizm de son tahlilde demokrasinin olmadığı bir sistemin arayışı içindedir.
Bugün sadece asker-sivil ilişkilerinde değil, toplumun kendi içinde bölünmesinde, çatışmasında da bu anti demokratik anayasaların damgasını, mührünü aramak gerekir.
O zaman hem
uzlaşmacı yani
kontrat yapmış bir toplum kurmanın, hem o toplumda siyaseti tek çözüm aracı olarak görmenin hem de asker-sivil ilişkilerini olması gereken bir noktaya itmenin/çekmenin tek şartı bu demokratik anayasayı gerçekleştirmektir.
Bu biraz da babayı öldürmektir ama erginleşmenin başka bir yolu da yoktur.