Ben o geceyi hatırlıyorum.
Kars'taydık, bir gece yarısı uyandım ki, evde kimse yok, kapılar pencereler açık, yan taraftaki komşumuz subay askeri üniformasını giymiş, belinde silahı. Zaten heyecanlı, çok hareketli bir çocuğum, dışarı fırladım, meğer alarm verilmiş, benim "Kıbrıs çıkarması girişimleri" dediğim olaylardan birinin içindeymişiz. Demek 1964'ün Haziran ayı gibi...
Türkiye bu olayı değil de daha ziyade İsmet Paşa'nın Johnson'a ettiği sözleri hatırlar-yanlış bir biçimde. Çoğu zaman sanılır ki, Paşa, Johnson'un epeyce küstah bir ifadeyle yazdığı 5 Haziran 1964 tarihli mektuba verdiği 13 Haziran 1964 tarihli cevapta, "Batı ittifakı yıkılır, yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini alır" sözünü etmiştir. Hayır, bu sözleri, Milliyet gazetesinin muhabiri genç Mehmet Ali Kışlalı'ya söylemiştir ve bekleneceği gibi, sert açıklama, 16 Nisan 1964 günü gazetenin manşetine oturmuştur.
***
Yok canım, maksadım, bu kısa (daha doğrusu uzun, çok uzun) Kıbrıs tarihini tartışmak değil. İsmet Paşa'nın ettiği ve Türkiye'nin neredeyse 50 yıldır hasretle, heyecanla andığı sözleri şu son
İsrail meselesi etrafında yeniden hatırladım. Türkiye'nin solcuları da sağcıları da, Paşa'nın Batı ittifakı ve yeni bir dünyayla ilgili görüşünü, biri
emperyalizm tartışması bağlamında, diğeri
kültürel nedenlerden ötürü çok yakın bir tarihe kadar benimsedi.
Şimdi düşünüyorum ve acaba diyorum, İsmet Paşa'nın kehaneti gerçekleşti, Batı ittifakı haydi yıkılmadıysa da çatırdamakta ve Türkiye ortaya çıkan yeni dünyada yerini almakta mıdır? Yoksa daha önemli bir şey mi cereyan etmekte ve Türkiye yeni dünyada yerini alan bir ülke değil de, başka devletlerin gelip içinde yerlerini alacağı yeni bir dünyanın kurucusu mu olmaktadır?
***
Biraz megalomanca bir değerlendirme olarak görülebilir yazdıklarım. Gelin görün ki,
Arap Baharı bir yandan, Batı ülkelerinde ekonomik kökenli tepkiler öte yandan, Euro bölgesindeki sarsıntılar bir başka köşeden, OD'da iflas eden 1945/48 sonrası Amerika-İsrail politikası beri yakadan bindirince Türkiye, bu konjonktürün sağladığı imkânları akıllıca kullanan bir ülke sıfatıyla en azından öncekinden çok farklı bir dünyanın temel taşı konumuna geldi.
Bu yeni pozisyon öteden beri devam eden bir politika değişikliğine tekabül ediyor mu diye sormak bile artık anlamsız. Öyle olduğu şüphe götürmez bir gerçek.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında henüz ayrıntılarını bilmediğimiz ama tahmin edebildiğimiz bazı nedenlerden ötürü Türkiye ne bölgede ne dünyanın geri kalan kısmında cereyan eden meselelerle ilgilendi. Bazı bölgesel ittifaklar oluşturulduysa da Türkiye kendi yağıyla kavrulan, içine kapalı bir anlayışı hele
1930 sonrasında daha da benimseyerek sürdürdü. Ama şu
"başka bir dünya" ihtirası daima yönetimleri için için yakmaya devam etti.
1965 sonrasında,
Soğuk Savaş'ın o şedit yıllarında bile bu ülke Rusya'yla, Amerika'ya rağmen, bazı ilişkiler kurdu ama bizzat onların mimarı
Demirel, bu bedelin kendisine 12 Mart muhtırasıyla ödetildiğini, o günlerin merareti içinde yana yakıla basına bildirmekten kaçınmadı. Türkiye'nin oyun alanı da oynadığı oyunun koşulları da belliydi.
***
Şimdi bir evrensel oyuncu olarak hareket ediyor Türkiye. İsrail konusunda attığı adımın sonuç alıp almayacağını bilmiyoruz. Neler getireceğini belki tahmin edebiliriz ama berraklıkla göremiyoruz. Bütünüyle yanlış da olabilir bu politika. Gene de gerçek o ki, Türkiye, bu kadar radikal bir kararı alıyor. Alabiliyor.
Asıl soru bence şu olmalı: Türkiye bu adımı şartların getirdiği bir sonuç olarak mı görüyor yoksa şartları oluşturacak bir adım diye mi değerlendiriyor?
Türkiye bu adımın sonucunda İsrail'le hep söylendiği gibi köprüleri atmıyor da hem onunla hem dünyayla yeni baştan kuruyor olmasın?