"Winston Churchill 1950'de Avrupa Konseyi'nde yaptığı konuşmada Komünizm tehlikesine karşı 'Birleşik Avrupa Ordusu' öneriyordu. Bugün bize gereken 'Bileşik Avrupa Ordusu' değil, Birleşik Avrupa Bilincidir." Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nde yaptığı konuşmasının sonuna doğru bu vurgulamada bulunuyordu ve 800 milyonluk Avrupa ailesinin meclisi olan bu kurumda Avrupa'nın karşı karşıya olduğu sorunları, kısıtlamaları ve çözüm yollarını anlatıyordu.
Boynu eğik, ezik, insan hakları ve hukuk ihlallerinin, faili meçhul cinayetlerin, ayrımcılığın, kanlı ve kirli bir savaşın ortasında kalmış 1990'ların Türkiye'sinden gelen ve 10 yıl bu meclisin üyesi olmuş bir politikacı, bu defa, kendisine güvenen, dünyada denge ve oyun kurucu olarak yeni roller üstlenmiş, ekonomik büyümesini krize rağmen sürdürmüş bir ülkenin Cumhurbaşkanı olarak bambaşka bir siyasal pozisyondan konuşuyordu.
Her şeyden önce 1990'larda sürekli olarak "izlenen" Türkiye artık dönem başkanıydı. O Türkiye ki, Avrupa Konseyi'nin tüm kuruluşlarında, komisyonlarında üyedir ve onun da katılımıyla alınan kararlar Avrupa'yı bağlamaktadır. Ama aynı Türkiye AB'ye tam üye değildir (!)
Cumhurbaşkanı Gül'ün konuşması, tersleşmeyen, zıtlaşmayan, ebedi "komplekslerimize" hiç yüz vermeyen, hiçbir şeyden yakınmayan, ama bütünüyle "yukarıdan bakarak" yapılmış bir konuşmaydı. Avrupa'ya önemli mesajları vardı ve ona kim olduğunu anlatıyordu. Örneğin Avrupa'nın daha önce dünya ekonomik üretiminin % 70'ini yaparken son on yılda bu oranın % 50'ye düştüğünü, önümüzdeki on yılın sonunda da % 40'a düşeceğini belirtiyordu. Avrupa'nın "derin bir karamsarlık" içinde olduğunu vurguluyordu. Karamsarlığın kaynağı ekonomiydi.
Fakat Gül'e göre Avrupa sadece ekonomi, teknoloji ve üretim değildi. Ondan daha önemlisi, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğüydü. Avrupa bu kavramların beşiğiydi. Hoşgörü, karşılıklı anlayış, dayanışma, Aydınlanma'nın ve demokratik devrimlerin bir uzantısıydı.
Gül'ün konuşmasının bu dokusu altında başka ve çok önemli bir sorunsal yatıyordu. Cumhurbaşkanı, Avrupa'nın son dönemde yaşadığı "derin karamsarlığı" tekno-ekonomik gerilemeye değil, çağlar içinde geliştirdiği demokrasi anlayışının gerisine düşmekle ilişkilendiriyordu. Avrupa, eski "tolerans ve anlayış" toplumu olma özelliğini yitiriyordu. Çok yerinde bir saptamayla, Gül'e göre bunun kaynağında göç konusunda yaşanan "korkular" vardı. Kimi çevreler, göçün, Avrupa değerlerine ters düşen insanları kıtaya taşıdığı kanısındaydı. Yaygınlaşan bu kanı sonucunda ortada çeşitliliğe sırtını dönen, ayrımcılığı benimseyen yeni bir Avrupa vardı.
Oysa Avrupa'nın Amerika'dan bu konuda alabileceği bir ders var, Gül'e göre. "Ayrı fakat eşit" bir toplum sadece ayrımcılığı doğurur. Farklılık temelinde biçimlenmiş çeşitlilik ancak içsel olması halinde anlamlıdır ve ayrımcılığı engelleyebilir. Avrupa'nın şimdi yapması gereken budur: ayrımcılığı engellemek. Tersi bir anlayış, yani farklılığı bir farklılaşma olarak gören anlayış Avrupa'da sadece radikal politikaların gelişmesine zemin ve imkân hazırlamaktadır. Gül, 1920'de % 5 olan anti-semitizmin 1930'da tüm kıtayı kasıp kavurduğunu acı ama ders alınması gereken bir husus olarak zikrediyordu.
400 yıllık mukayeseli üstünlüğünün sonuna gelmiş olan Avrupa'ya Gül'ün konuşmasıyla aktarılan diğer önemli mesaj şuydu: Avrupa bugün bir "yumuşak güç" olduğunun bilincinde değil. Avrupa küresel oyunda artık bir eksik/namevcut/absent oyuncu. Oysa şu yukarıda değinilen hususlar, göç korkusunu aşarak başlayacak bir yeni dönem, radikalizmi, ırkçılığı, yabancı düşmanlığını yok edecektir. Ortaya çıkacak, hoşgörülü, çoğulcu, farklılıkçı Avrupa'nın hâlâ dünyaya verecekleri var.
Özgürlük-eşitlik-kardeşlik anlayışını olduğu kadar sosyal devlet kavramını da kurup geliştiren Avrupa ırkçılığın, Faşizmin, Mark Mazower'in tanımıyla "karanlık kıta"sı da oldu, tarihi içinde. Avrupa'nın bugünkü sorunu bir kere daha geldiği bu kavşakta hangi yolu seçeceği. Yaklaşık 200 yıldır onunla bütünleşmeye, çoğu zamanda "yanlış" yöntemlerle çalışan Türkiye'nin şimdi Cumhurbaşkanı Gül aracılığıyla Avrupa'ya akıl vermesi sadece bir ironi değil, gene Avrupa bilincinin ve tarihinin bir sonucu veya uzantısı.
Sadece bu konuşmanın kendisi bile "eksen kayması" tartışmalarına güçlü bir cevap.