Ben yakın tarihi iyi bilirim, biraz da akademik çalışmalarımın bir gereği olarak. Yakın tarih dediğim 1960 sonrası dönemde Türkiye'de yasa ve siyaset ilişkilerinin, toplum beklentileriyle hukuk kriterlerinin ve kurallarının bu kadar karşı karşıya geldiği, bu kadar çatıştığı bir ikinci dönemi hatırlamıyorum. Belki bir tek 1970'lerde Anayasa Mahkemesi'nin "anayasa sosyalizme kapalıdır" şeklinde özetlenecek kararıyla ortaya çıkan durumdan söz edilebilir. O dönemde de bugünküne benzer yanlışlar yapılmış, AYM statükoyu korumak adına öyle bir karar vermiş, bu, TCK'da mevcut 141 ve 142'nin işletilmesine gerekçe oluşturmuş, o nedenle akıl almaz bir dizi dava açılmış, hapishaneye girmeyen aydın kalmamıştı.
Türkiye siyasetten çok siyaset dışı güçlerin (işte müesses nizam veya statüko denen şey budur) ve bilhassa bürokrasinin kontrolü altında bulunduğundan demokratikleşme konusunda daima geç kalıyor. Oysa bugünlerin gelişi 1990'lardan belliydi. Çünkü toplum bilhassa kimlik temeline oturan siyasal talepler üretiyordu ve 2002 seçimlerinden sonra bu taleplerin taşıyıcısı olarak görülen bir partiyi iktidara getirmişti.
2002 eğer ilk kırılma -haydi fincancı katırlarını ürkütmemek için kıvrılma diyelim- noktasıysa 2007 ikinci, şu son referandum İngilizlerin tabiriyle "taç mücevheri" derecesinde önemli üçüncü kıvrılma noktasıydı. O kadar ki bu durum bugüne kadar çok teenni ile hareket eden AK Parti bir yana pastadan pay almak isteyen CHP'yi bile harekete geçirdi.
Sonuç, bir yandan başörtüsü meselesinde, öte yandan Kürt meselesinde duvara çarpmak oldu. Duvara çarpmak diyorum çünkü her iki meselede de toplumun beklentisi, hayatın hızı, olayları biçimlendirişi yasalarla çelişiyor.
Eğer yasaların hâkimiyeti, üstünlüğü bir kuralsa ve eğer o kadar katı ve dar bir yasacılık mantığı içinde düşünürsek, Kürtlerin mahkemede Kürtçe savunma talebi (hiç değilse bazı sanıklar için) mahkeme tarafından reddedilebilir. Bu reddi açıklayacak kırk tane de neden gösterilir. Ama toplumdaki basınç, arayış, beklenti açısından bakılırsa ne olur bir mahkemede insanlar gelip ana dillerinde savunma yaparsa? Bazılarının ne diyeceğini biliyoruz: ulus devlet, Anayasadaki resmi dil tanımı, vs. İşte bu nedenle diyorum ki, yasayla hayat hem de yüksek bir hızda çarpışıyor.
Öte yanda aynı sorun başörtüsü için geçerli değil mi?
Üniversitelerde şöyle veya böyle başörtüsü özgür bırakıldı. Toplumda bundan rahatsızlık duyan olmadı diyemiyorum ama büyük paydanın rahat nefes almadığı da bir o kadar söylenemez. Bu demek değildir ki, baş örtme konusunun meselenin irdelenecek, tartışılacak boyutları yoktur. Vardır ama gene o toplumsal beklenti devlet aklını ve refleksini tam bu noktada çiğneyip geçiyor.
Gelin görün ki, Yargıtay Başsavcılığı tıpkı Diyarbakır'daki mahkeme gibi derhal üstüne düşeni yapıyor ve başörtüsü hakkındaki AYM kararını hatırlatıyor. Gene yasacılık, kuralcılık açısından buna söylenecek bir şey yok. Fakat toplumdaki gerçeğin bu hatırlatılan kararla ya da kararın hatırlatılmasıyla örtüştüğünü söyleyecek birisi var mı, çıkabilir mi?
Türkiye'deki bu şaşkınlığı ve gerilimi aşmak siyasetin birincil fonksiyonudur. Parlamentonun bu toplumsal basınçları boşaltacak şekilde karar alması gerekir. Bunun için değilse siyaset hiçbir şey için değildir. Siyasetle kurumlar, siyasetle yasalar, mevzuat bu nedenle bilelim ki, karşı karşıya gelecek, zıtlaşacak ve çatışacaktır. 2002'den beri, hatta 1997'den beri tam da böyle bir oluşuma tanıklık ediyoruz. Ama yapacak bir şey yok. Ya siyaset ya vesayet galip gelecektir. Ve herhalde siyasetin bu mağlubiyeti kabul etmemesi gerekir.
Mağlup olması tuzun kokması demektir