Yılın en güzel iki ayından biri olan mayısın sonu haziranın başlangıcında görülmedik bir serinliğin ve bütün gün hiç kesilmeden yağan bir yağmurun getirdiği şaşkınlık dışında Roma'da pek fazla değişen bir şey yok. Sokaklar gene insanlarla dolu, trafik insanı çıldırtacak kadar yavaş, hava dayanılmayacak kadar kirli ve gürültü tahammül edilmez bir seviyede. Buna karşılık Roma bütün Avrupa kentleri arasında hâlâ insana en fazla zevk ve haz vereni.
Bir kentin veya turist olarak gidilen bir ülkenin, bana göre, insanı tatmin etmesi için üç şey gerekir: coğrafya, kültür ve tarih.
Böyle bakınca Roma gerçekten eşi menendi bulunmaz bir yer. Coğrafyası elbette İstanbul'la mukayese edilmez. Ama onun gibi yedi tepeye kurulmuş olması, akşamları hava kararırken etrafa yayılan erguvani ışık, mükemmel ve insanı hülyalara sürükleyen bahçeleri ve yapılarıyla kendine özgü bir yer burası.
Kültür deyince ne isterseniz var. Ama ben öncelikle yaşama kültüründen söz ediyorum ki, onların başında yeme içme gelir. İtalya, yemek yapmayı Avrupa'ya öğretmiş ülkedir. Bu geleneğini hâlâ sürdürüyor. Mahalle, esnaf lokantalarında, trattorelerde, enotecalarda, hostariolarda, lokantalarda envai çeşit yemek pişiriliyor. Mutfak kültürü bütün zenginliğiyle yaşıyor.
Bir diğer kültür sanatsal ve doğrudan tarihle ilgili olanı. Bu konuda Roma'yla yarışacak başka bir kent var mı, bilemem. Dünyanın en büyük ve en uzun sürmüş imparatorluğunun başkenti burası. Sonra Vatikan'la birlikte Hıristiyanlığın başkenti. Ardından Rönesans'ın başkenti. Ama bu kent insanda ürpertiler uyandıran faşizmin de merkezi. Müzeler, kiliseler, tapınaklarla bu devirlerin birikimi gözler önünde. O birikim bugünün çağdaş dünyasını oluşturuyor. Modanın tüm o markalarla birlikte bu ülkede oynadığı rol bir rastlantı değil. Kültürün damıtımı.
Nihayet tarih. Bunu bir parça yukarıda anlatmış oluyorum. Ama ondan daha fazlası var. Antikitenin Roma'sı. Bu kent, geçmişten gelen birikimiyle kolayca tüketilemeyen, kolayca ne demek, neredeyse tüketilmeyecek bir kent. Tarih bu kentte mekân (Foro Romana, Palatine gibi antikiteye ait kısımlar) ve mimariyle birlikte resim demek. Onların büyük bir bölümü Rönesans'tan geliyor. Ama şöyle veya böyle bu tarihi hıfz etmek başlı başına bir çalışma gerektiriyor.
Sonunda Hıristiyanlık kökeninden gelen bir kültür burada karşımıza çıkan. Ama tıpkı antikitenin Atina'sını inşa ettiği gibi Batı bu kentteki kültürü de yeniden kurguladı ve onu seküler kültürün de kaynağı haline getirdi. 19. yüzyılın büyük arkeoloji hamlesi antik Roma'yı Freud'un rüyalarına girecek kertede öne çıkarmıştı. Ama sanılmasın ki, Rönesans bundan yüz yıl önce bugünkü gibi herkese okullarda öğretilen bir dersti. Amerikalı büyük sanat tarihçisi Bernard Berenson erken dönem Rönesans yapıtlarını o Giotto'ları, Fra Angelico'ları, Pierro della Francesca'ları at ve eşek sırtında gittiği köylerde, saman ambarına ve ahıra dönüştürülmüş yapılarda mum ışığında keşfetti.
Gene de Batı onları bilincinin sürekliliğini sağlamak için zaman yitirmeden benimsemeyi bildi. O süreklilik bugün bu şehrin sokaklarını dolduran mağaza vitrinlerine taşmış tasarımlarda. Her düzeyde, hayatın her alanı için en ileri noktaya varan bir tasarım zenginliğinden söz ediliyorsa bu ülke ve kentte bunun nedeni söz konusu bilinç sürekliliğidir.
Sadece bütün yollar Roma'ya çıkmakla kalmıyor. Bütün yollar Roma'dan çıkıyor.