Soruyu duyar gibi oluyorum. Hangi İslam'a?.. Bunu soracaksınız. İndirilmiş olan mı, indirilmemiş olan mı? Aslında çirkin bir tasnif. Ne demek indirilmemiş olan. Böyle bir İslam olabilir mi? Bu saptırma amaçlı bir ayrımdır. Kuran ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'e dayanmayan bir İslam olabilir mi?
Belki şu soru sorulabilirdi: Yaşanan İslam mı, yaşanması gereken İslam mı? Çünkü insanların yaşantısı ile İslam'ın gerçeği arasında bir farklılık var.
Bu belki muhatap olduğunuz hocanın, mürşidin, cemaatin veya grubun temsil ettiği anlayışla ilgilidir. Bunlardan sıyrılmak lazım. Yaşanması gereken, keyfe göre değişmeyen, naslara ve akli tecrübeye dayanan vahye ulaşmak için bu şarttır.
Mevcut olan halden -bütün İslam alemi için- herkesin memnun olduğunu sanmıyorum. Nasları -Kuran ayetlerini ve sünneti- kendine göre yontan insanlar. İhtiyacı olduğunda helali- haramı karıştıran insanlar. Nefsini tezkiye edemeyen insanlar. Kendi grubuna uygun olana caiz olmayana mekruh diyen ve insan seçen insanları vs.
Peki olması gereken neydi? Olması gereken Kuran'a ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'e dayanan, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in pratiğini yol haritası olarak gören, dört halifenin sünnetini -uygulamasını- önceleyen, sahabe tecrübesini, tasavvuf büyüklerinin edebini, hukuk, fıkıh alimlerinin engin ilmi birikimini toparlayan edep ve saygı ile yoğrulmuş İslam. Bizim ihtiyacımız bunadır. Sahih İslam budur. İndirilen ve arzu edilen İslam budur.
Hikmet erbabına müracaat ediniz
Siz Müslümanlar bugünün hocalarına -bu kanaat beni bağlar- müracaat yerine ihlas, samimiyet ve istikametlerinden şüphe duymadığınız alimlerin kitaplarına müracaat ediniz. Buna ihtiyacımız var, yoksa nefsini ilah edinmiş insanların tuzağına düşersiniz.
Hidayete vesile olmayan davetçiler
Dini hassasiyeti olan kalem erbabının siyasi -sosyal- dini içerikli yazılarında çoğu kez isabetli tespitler var. Ama onlar daha çok İslam'a ait olan her şeyden nefret eden ve dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir bağnazlık ve soytarılıkla İslam'a saldıran kişilere cevap yetiştirmekle meşguller ve dikkat ediyorum ne onlar ne de ilahiyatçıların çoğu hayatlarından bir insanın dine yönelmesine vesile olmuş değillerdir.
Bu çok acıtıcıdır. Topluma tepeden bakan, çok şey bildiğini zanneden, akademik titrin her şeyi hallettiğini zanneden yığınla meslektaşımız hayatları boyunca bir elin parmağı kadar insana hidayet yolu göstermişlerdir.
Konuştuklarında da onları büyük inkılaplar oluşturan bir anlayışın mensupları sanırsınız.
Kalplere hitap etmek lazım
Bilgiden, kulaktan çok kalplere dokunmanızı istiyorlar. Bilgiyi kitaptan okur vatandaş. Kulak zaten açık. Ama kalpler savruldu.
Birleşmedi. Safiyeti yitirdi.
Sonuçta da şekli bir iman kaldı. Maddi sebepleri bildiler, manevi pencereyi örttüler.
Muhamed bin Fadl bu tür insanlara hitap eder. Belki onları tarif eder:
"Şaşarım o kimseye ki, Kabe'ye ulaşmak için yolları, dağları, tepeleri aşar. Mekke'ye varır. Ulaşır. Hz. Peygamber (s.a.v.)'e ait o özel yerleri görmek için yolları aşar. Ama Allah'ın tecellisinin karargahı olan kalbine ulaşmak için gayret etmez.
Buna engel olan nefsine karşı savaşmaz." Bir başka gönül erbabının dediği gibi:
"Bir gönül ele geçir. Haccı ekber budur. Bir gönül binlerce Kabe'den daha iyidir. Zira Kabe'yi Azer'in oğlu Halil İbrahim inşa etti. Gönül ise Allah'ın nazargâhıdır. Esas aldığı yerdir."
Meramım anlaşılmıştır sanırım. Biz nefsimizin hevasını, hasedini, çekemezliğini, zavallılığını aşamadıkça ümmete de, kendimize de bir gram faydamız olmaz. Koca bir ömür devirip bir tek insana bile İslam'ı sevdirememiş o kadar kayıp insan var ki! Tahmin edemezsiniz.
***
Namazda Rabbin karşında
Tasavvuf büyükleri şu rivayeti çok önemserler: "Sizden biriniz namaza durduğunda Rabbiyle fısıldaşıyor!" Kişi namaza durduğunda Rabbinin kendisiyle kıble arasında olduğunu hissetmelidir.
Onun için kutsi bir hadiste şöyle buyruluyor: "Kulum beni zikrettiği zaman, dudağı beni anmak için teprendiğinde ben onun yanındayım."
Büyük insanlar, namaza kalktıklarında içlerini bir ürperti kaplar zangır zangır titrerlerdi. Hatta bir kısmı abdest alırken Rabbin huzuruna çıkmanın heyecanıyla gözyaşı döker ve hallerini yoklar, huzura kabul edilme isteğiyle yalvarmaya başlarlardı.
Malik toprak ol!
Tasavvuf büyüklerinden biri olan Malik bin Dinar şöyle derdi: "İsterim ki Rabbim mahşer günü bana seslensin ve bana 'Kulum Malik' desin. Ben de O'na 'Buyur Rabbim' diyeyim. Rabbime bana ne istersin benden desin. Ben de desem ki; Rabbim bana sadece bir secdelik zaman ver. Benim sana bir defa olsun secde etmeme müsaade ver. Rabbim de 'Peki kabulümdür. Benim için sana bir secdelik müsaade ettim' desin, ben de O'nun benden razı olduğunu anlayayım. Ve ben O'nun rızasıyla bir defa secde edeyim. Sonra bana desin ki: Malik toprak ol. Ben de toprak olayım. Yok olup silineyim. Kaybolup gideyim.
Bir uyarı
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadisinde zayıfların hakkını hatırlatırken şöyle buyuruyor: "Siz zayıflarınızın hürmetine rızıklandırılıyor ve yardım ediliyorsunuz." Başka bir uyarısında ise şöyle buyuruyor: "Sizler beli bükülmüş yaşlılar, süt emen çocuklar, yayılan hayvanlar olmasaydı belalar sel gibi üstünüze dökülecekti." (Ebu Yala, Taberani)
Allah'ı sevmenin belirtileri
Büyüklerden Sehl Tüsteri şöyle der;
Allah sevgisinin belirtisi Kuran'ı sevmektir. Kuran'ı sevmenin belirtisi peygamberi sevmektir. Peygamberi sevmenin belirtisi sünneti-hadisleri sevmektir.
Sünneti sevmenin belirtisi ahireti sevmektir.
Ahireti sevmenin belirtisi dünyayı sevmemektir.
Dünyayı sevmemenin belirtisi dünyaya ölçülü bakmaktır.
Beni yak ya Rabbi!
Mana aleminin efendilerinden birisi olan Ali Muvaffık şöyle yalvarırdı alemlerin Rabbine: Eğer ben senin rızan için değil de cehennemde yanmamak için ibadet ediyorsa beni affetme ve beni cehennemde yak.
Cennet mi Allah'ı görmek mi?
Tasavvuf düşüncesindeki Allah'ta fani olma, O'nun aşkından kendini yitirme halinin en bariz örneği; ahirette Allah'ı görme aşkıyla dolmak ve kabarmaktır. Yanmak ve fani olmaktır. Abdullah bin Vehb şöyle derdi: Bana dense ki Allah'ı bir seferlik görmek mi, ebedi cennet mi? Ben Yüce Allah'a bir nazar etmeyi bin cennete tercih ederdim.
Beni affetmenden utanıyorum
Hepimiz Rabbimizin bizi affetmesini ümit edip yalvarıyoruz.
Affedildiniz sözü duysak bu bizim için büyük bir müjde olurdu.
Ama Yüce Allah'a aşk derecesinde tutkulu olan büyük tasavvufçulardan Sehl Tüsteri şöyle derdi:
"Ben mahşerde en çok Rabbimin; 'Seni affettim' demesinden korkuyorum. Keşke böyle diyeceğine şöyle lütfedip; 'Kulum ben seni sevdiklerimin, sevenlerimin arasına aldım' deseydi." Manevi bir aşkın sarhoşu olan bu zatların hedefi ne cennet ve ne de cehennem olmadı. Dertleri hedefleri Allah oldu. O'nun rızası.
Zekatı ramazandan önce dağıtabilir miyim?
Zekatın ramazanda verilmesi şart değildir. Kişi dilediği zaman zekatını tespit edip çıkarabilir. Genellikle ramazan ayının zekatla anılması o ayda yapılan hayır ve hasenatın daha makbul olmasından, gelenekten kaynaklanmaktadır.
Zekatı bir anda çıkarmak zorunda mıyız?
Hayır. Dilerseniz zekatınızı bütün yıla yayabilirsiniz. Bir anda da, peyder pey de zekatınızı çıkarabilirsiniz.
Satışta vade farkı koymak caiz mi?
Kişi malını peşin şu fiyata, taksitli şu fiyata diyerek satabilir. Alıcı da bu iki seçenekten birini tercih eder ve akit kesinleşir. Yani alıcı ve satıcı ayrılırken peşin mi, vadeli mi hangisinin tercih edildiği, fiyatın ne olduğu kesinleşmiş olmalıdır. Bu fark faiz değildir.
Büyük cihat nedir?
Cihat tarih boyunca yanlış anlaşılmış, istismar edilmiş bir kavramdır. Mücadele etmek, gayret etmek gibi anlamlara gelen bu kavram; müminin gerektiğinde, gerekli yerde; canını, malını ortaya koyabilmesidir. Can ile, mal ile imtihan cihadın bir yönüdür. Hepsi değildir. Bunu Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sözlerinden anlıyoruz.
Tebük Seferi'nin dönüşündeler. Peygamberimizin 30 bin kişilik bir ordu ile Medine'ye 700 km uzaktaki Rumlarla karşılaşmak için bu askeri harekatı başlatmış -Rumlar Medine'ye saldırmak için ordu topluyorlardı- sonunda Rumlar korkup geri çekilince peygamberimiz savaşmadan geri dönmüştür.
İşte büyük bir meydan okuma anlamına gelen bu yürüyüşün dönüşündedirler. Savaşın kıyısından dönülmüş. Hava sıcak. Susuzluk var. Mevsim yaz.
İnsanlar zayıflamış.
Hz. Peygamber (s.a.v.) işte bu ortamda şöyle buyurdu: "Biz şimdi küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz." (Senedi tartışılsa da kayda değer bir ifadedir.) Sahabe bu sözün tesirini, te'vilini isterler. Sorarlar.
Nedir büyük ve küçük cihat? "Nefisle cihat, en büyük cihattır" derler.
"Kuran'la büyük cihat ver" (Furkan, 52) ifadesi de Kuran ahlakına yapış ve İslam'ı öyle yay anlamına gelir ki nefisle cihada işaret eder.
Evet, müminin canını, malını harcaması Hz.
Peygamber (s.a.v.) tarafından küçük, nefsini terbiye etmek ise büyük cihat olarak görülmüştür. Zira can ve mal ile mücadele hayatın bir sürecinde, yerinde geçerli olur. Ancak nefis ile mücadele hayatın her döneminde ve her aşamasında mutlaka aranır.
Günah işlememek, harama bulaşmamak, kibire bulaşmamak, samimi olmak, dürüst kalmak, zor olan bir mücadeledir.
İnananların çoğu bu mücadelede sınıfta kalırlar. En azından bununla imtihan olunduklarında kaybederler.
"Gerçek pehlivan herkesi mağlup eden değil, nefsinin gazabına engel olandır." sözü işin nefis boyutunun daha zor olduğunu gösterir. Mal ile cihat da nefis ile cihattır. Oruç, namaz, zekat, sadaka, tevazu, hasbilik nefisle cihattır.
Zina etmemek, kumar oynamamak, haram maldan uzak durmak, kul hakkını çiğnememek nefisle cihattır. Sövene dilsiz, dövene elsiz olmak, diline gözüne, ağzına hakim olmak nefisle cihattır.
Cihat sanıldığı gibi savaş değildir. Cihat kelimesi savaş -kıtal- kelimesinden ayrıştırılarak, cihadın manevi boyutunun olduğuna işaret edilmiştir. İlkesiz, insafsız, haksız, aldatmaya odaklanmış bir mücadeleye cihat denemez. Cihat kavramı savaş anlamında kullanıldığında, savaşan kişiye ciddi bir dürüstlük, insaf, tolerans, affedicilik yükü gerektirir. Cihat ediyorum diyen kişi inançsız olamaz, aldatamaz, esir öldüremez. İşkence edemez, silah tutmayanı öldüremez, kilise, havra yıkamaz, çocuk, yaşlı, kadın öldüremez. Yağma yapamaz. Cihadın bu anlamda kör bir savaşla ilgisi olamaz.