Ankara'da gerçekleşerek çok sayıda vatandaşımızın hayatını kaybetmesine neden olan terör saldırısının yarattığı infiâl, karşı karşıya olduğumuz sorunun niteliğinin değerlendirilmesi ve ona cevap verilmesi alanlarında yanlış adımlar atılmasına neden olmamalıdır.
Hedefsizlik bir hedef mi?
Masum insanları "rastgele biçimde" öldüren söz konusu caniyâne eylemin "kör terör saldırısı" karakteri taşıması, son tahlilde, karşı karşıya olduğumuz sorunun niteliğini değiştirmemektedir. Rastgele ölüm saçmayı amaçlayan bu tür eylemlerin gerçekte belirgin bir "hedefi" vardır. Şiddetin kırdan şehire taşınması gibi "intihar saldırısı" da bir "araç değişikliği"dir.
Karşı karşıya olduğumuz terör, topluma ve kurulu düzene yönelik bir anarşist çıkış, Kropotkin'in, Erken Cumhuriyet Türkiye'sinde fazlasıyla etkili olan Jean-Marie Guyau'nun "vecibesiz, müeyyidesiz ahlâk" tasavvuruna dayandırdığı türde bir tepki değildir.
Başka bir ifadeyle şekil ve hedef alanlarında görülen benzerlik, Ankara'da bomba yüklü bir aracı otobüs durağındaki insanların üzerine sürenlerin, 1894'te Paris'te Café Terminus'a, orada oturanlardan bağımsız olarak, "rastgele öldürme" amacıyla bomba atan Émile Henry'ninki türünden bir amaca hizmet ettiğini düşündürmemelidir.
Marûz kaldığımız, topluma yönelik "ahlâkî tepki"nin dışa vurulması amacıyla hedef gözetmeksizin şiddet icra eden "anarşi" değildir. Bu alanda var olan benzerlikler "niteliksel" olmayıp "şekilsel"dir.
Toplumsal gürültü
Saldırının "biçim" ve "hedef"i üzerine odaklanmak kadar, bu konuda mevcut geniş literatür yardımıyla neden "intihar saldırısı" yönteminin kullanıldığını tartışmak da detayda kaybolmaktır. Bu literatür, Peter Simonson'un farklı bir aktivizm için geliştirdiği kavramsallaştırmadan hareketle, intihar saldırılarını iletmeye çalıştığı "mesaj" ve "sembolizm"i merkezli analize tabi tutmakta ve "toplumsal gürültü (social noise)" olarak sınıflamaktadır.
Buna karşılık Ankara saldırısının önemi, onun "toplumsal gürültü" yaratarak "vermeye çalıştığı mesaj" ya da intihar eylemcisinin kendisini silaha dönüştürerek dile getirdiği sembolizmin oldukça ötesindedir.
Türkiye, değişik şiddet biçimlerini araç olarak kullanan, ayrılıkçı- milliyetçi bir hareketle mücadele durumundadır. "Şiddet"in şekli ve "hedef kitlesi" değişmiş, yarattığı dehşetin eşiği yükselmiştir; ama "sorun" aynıdır.
Söz konusu milliyetçiliğin şiddete yönelmesinde Erken Cumhuriyet döneminden itibaren benimsenen devlet siyasetlerinin de rolü vardır.
Ancak maksimalist milliyetçi, toplumun genelinin demokratikleşmesinden bağımsız olarak statü mücadelesi sürdüren ve "pan" karakteri de taşıyan bu hareket, "şiddet"i temel siyaset ve talep iletme aracı haline getirmiştir.
Siyasal çözümün masaya konulmaya çalışıldığı dönemde dahi "şiddet"i terk etmeyi reddeden, onu talep ettiği statü için yaptığı pazarlığın temel aracı olarak gören bu hareket için "güvenlik birimlerine saldırı," "hendekte savaş" ya da "intihar saldırısı" hedefe ulaşmak için kullanılan değişik araçlar olmanın ötesinde anlam taşımamaktadır. O nedenle saldırının şekli ve hedef kitlesi üzerine yoğunlaşmak, onlardan neticeler çıkartmaya kalkmak hatalı olur.
Çözüm yolu aynıdır
Türkiye, Cumhuriyet ile ivme kazanan eski bir sorunu çözmek ve sorunun temel aktörlerinden birisi haline gelen milliyetçi- ihtilâlci bir hareketle mücadele etmek zorundadır. Uygulanan hatalı devlet siyasetleri iki sorunun iç içe geçmesine neden olmuştur. Ancak gelinen noktada birinci sorunun halli ikinciyi "bütünüyle" ortadan kaldırmayacaktır.
Yaratılacak "vatandaşlık" temelli eksiksiz bir "ethnos" tasavvuru dahi amacı hak, eşitlik ve bunları garanti altına alacak yasal düzenlemeler değil "coğrafî merkezli statü" olan ve bu amaçla her türlü "şiddet"i araç olarak kullanabilen milliyetçiliği tatmin etmeyecektir.
Buna karşılık Kürt sorununu çözmek için geliştirilmeye çalışılan ama tavsayan "ethnos" temelli toplumdan "demos"a dönüşme çabaları yeniden başlatılmakla kalmayarak ivme kazanmalıdır. Bu kısa ve orta vâdede "şiddet"i durdurmayacaktır. Fakat "şiddetin durmaması" demokratik bir "demos" yaratma çabasının terk edilmesine neden olmamalıdır. Türkiye'de etnik temelli şiddetin uzun vâdede marjinalleşmesi ancak bunun inşa edilmesiyle sağlanabilir.
Siyaset alanını daraltmayalım
Ankara'da yaşanan vahşet, sorunun çözümünü hedefleyen çabalara sekte vurmamalıdır. Duyulan haklı infiâl ise "şiddet" ile mücadele konusunda yanlışlara düşülmesine neden olmamalıdır. Siyaset alanını daraltmak ve ifade özgürlüğünü sınırlamak sorunun çözümüne katkıda bulunmak bir yana tam tersi etki doğuracaktır.
Mahmud Şevket Paşa suikastı sonrasında İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin, Şeyh Said İsyanı sonrasında CHP'nin başvurduğu böylesi yöntemler sorunları daha çetrefil hale getirmiş ve genel anlamda otoriterliğin şiddetlenmesine neden olmuşlardır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılmadığı, siyasetin alanının daraltılmadığı, ifade özgürlüğünün Takrir-i Sükûn Kanunu ile askıya alınmadığı bir Türkiye şüphesiz sorunlarını çözme alanında farklı adımlar atabilirdi.
Dolayısıyla HDP milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırma benzeri tedbirlerle siyasetin alanını daraltmak, hükûmet tarafından işlendiğini iddia ettikleri "suça ortak olmayacaklarını" ilân eden öğretim üyelerini tutuklayarak ifade özgürlüğünü sınırlamak beklenenin tam tersine neticeler yaratır.
Şiddetle arasına mesafe koyamayan, "Türkiyelilik"i söylem ötesine taşıyamayan, teröre "terör" dememek için bin dereden su getiren HDP'nin toplumun beklentilerine cevap veremediği ortadadır.
Benzer şekilde Türkiye Cumhuriyeti'ni hiçbir neden yokken bir etnik gruba soykırım uygulamaya çalışan bir devlet olarak dünyaya şikâyet eden, devlet dışı şiddeti meşru müdafaa olarak kavramsallaştırmaya çalışan öğretim üyelerinin fazlasıyla sorunlu bildiriler kaleme aldıkları inkâr olunamaz.
Ancak Ankara saldırısının yarattığı infiâl sonucunda bu konularda zecrî yöntemlere başvurmak, tersine neticeler doğurduğu defaatle görülmüş siyasetlerden fayda ummak anlamını taşır. Bu vahim hataya düşülmemesi, HDP milletvekillerinin toplumun sinir uçlarına dokunan eylemleri ile zikredilen literatinin ağır eleştirilerinin, "geniş siyaset alanı" ve "ifade özgürlüğü" bağlamında değerlendirilmesi gereklidir.
Karşı karşıya olduğumuz sorun değişmemiştir. Onun çözümü eşit vatandaşlık temelli bir "demos" yaratılması ile mümkündür. Siyasetin alanını daraltmak ve ifade özgürlüğünü kısıtlamak ise şiddetle mücadeleye katkı sağlamak yerine sorunları çetrefilleştirmekle kalmayarak Türkiye'nin imajına da ciddî darbe vurur.