Toplumlar için "önemli dönemler" değerlendirmesi yapabilmek zordur. Pratikte bir yandan içinde yaşanan gerçekliğin "önemi" abartılmakta, öte yandan da toplumun geneli için yaşamı doğrudan etkilemediği sürece gelişmelerin kapsamını kavrayabilmek kolay olmamaktadır.
Örneğin tarihçiler, 1789 Fransız İhtilâli'nin bir taraftan "dünya tarihinin dönüm noktası" olarak yorumlanırken diğer taraftan onun, içinde yaşayanların önemli bir kısmı tarafından, fazlasıyla sıradan bir olay olarak algılandığına işaret etmektedirler. Benzer bir şekilde mimarlarının "İnkılâb-ı Kebîr" olarak adlandırdığı 1908 İhtilâli sonrasında İstanbul sakinleri tarafından kaleme alınarak ağırlıklı olarak artan asayişsizlikten şikâyet eden mektup ve posta kartları, toplumun önemli bir bölümünün gelişmenin kapsamını kavrayamadığını ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla toplumların yaşadıkları gelişmeleri abartılı biçimde değerlendirmeleri ya da onların önemini yeteri derecede kavrayamamaları olağan bir gelişmedir. Gelişmelerin önem ve kapsamı, geçmişi değişen gerçeklikler nedeniyle soğukkanlı biçimde tahlil eden tarihçiler tarafından yapılmaktadır.
Bu çerçeveden bakıldığında Türkiye'nin içinden geçtiği sürecin abartılı biçimde değerlendirilmesi ya da bunun olağanlaştırılması fazla şaşırtıcı değildir. Bu alanda anlamlı değerlendirmeler şüphesiz gelecek dönemlerde yapılabilecektir.
Buna karşılık toplumumuzun güncel tartışmasının somut "bireyler," soyut "sistemler" ve duygusal "coğrafî aidiyetler" üzerinde yoğunlaşması, ileride tarihçiler tarafından altı çizilecek büyük bir dönüşümün öneminin kavranmasını güçleştirmektedir.
Savaş sizinle ilgilenir
Türkiye'nin içinde yer aldığı coğrafya, yerel, bölgesel ve küresel güçlerin katılımıyla yeniden şekillen(diril)mektedir. Bu değişim neticesinde fazla da uzak olmayan bir gelecekte bölgemizde yeni devletler ve sınırlar oluşacaktır. Bunları Irak ve Suriye'ye ait "iç meseleler" olarak görmek ve "büyük resim" ile ilişkilerini reddetmek ciddî bir indirgemeciliktir.
Bu gelişmeden "ben bu coğrafyaya ait değilim, beni ilgilendirmez" yaklaşımıyla kaçabilmek mümkün değildir. Troçki'nin "siz diyalektik ile ilgilenmeyebilirsiniz ama diyalektik sizinle ilgilenir" özdeyişindeki özneyi değiştirerek "siz savaş ile ilgilenmeyebilirsiniz ancak savaş sizinle ilgilenir" düstûrunu geliştiren siyaset felsefecisi Michael Walzer'ın öngörüsü çerçevesinde "coğrafyasını şekillendiren çatışmalar Türkiye ile ilgilenecektir." Bu tek yanlı arzu ve girişimler ile engellenemez.
Dolayısıyla yapılması gereken "Ortadoğu bataklığına bulaşmayalım" türünden hayâller peşinde koşmak yerine, Türkiye'nin bu süreçten en az zararla çıkmasını sağlayacak siyasetler geliştirmektir.
Avrupa dengesi (European concert)'in doğuşundan sonra liberal dünyanın lideri (İngiltere) ile mutlakiyetçi büyük güç (Rusya) "status quo"nun değişimi ve Osmanlı coğrafyasının geleceği konusunda iki kez (1875-77 Büyük Doğu Krizi ve 1907 İngiliz-Rus Antantı sonrasında) anlaşmışlar, bunlar da Osmanlı dağılmasını şekillendirmiştir.
Bölge için günümüzde ulaşılan ABD-Rusya uzlaşması bu bağlamda değerlendirildiğinde Türkiye için ciddî tehlike çanlarının çaldığını fark etmemek için sağır olmak gereklidir. Türkiye, Cumhuriyet tarihindeki önemli dış siyaset kriz ve tehditlerinden birisi ile boğuşmak, coğrafyasını biçimlendiren dönüşümden asgarî hasarla çıkmak durumundadır.
Kırılgan fay hatları
Bölgenin yeniden şekillenmesi süreci "dış" gelişmelerin "iç siyaset"e Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ölçüde etki yapmasına neden olmuştur. Kimliklerin görece demokratikleşme neticesinde özgürleşmesinin ivme kazandırdığı bu olgu "kimlik siyaseti"ne çatışmacı boyut kazandırmıştır.
Türkiye'nin logokratik söylemin ezberlettiği "kaynaşmış bir kitle" değil kimliklerin belirlediği kırılgan fay hatları ile ayrılmış bir toplum olması toplumsal sorunlar ve bölgenin şekillenmesi sürecine yönelik zıt yaklaşımların geliştirilmesine neden olmaktadır.
Örneğin, "Suriye'nin geleceği nasıl olmalıdır" sorusuna "kimlikler" çerçevesinde cevap verilmektedir. Çok sayıda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, Suriye'de etnik ya da mezhepsel "kimlikler"in belirlediği saflarda çatışmaktadır. Mezhep diktatörlüğünün katliamlarından kaçan iki milyonu aşkın Suriyeli ülkemize sığınmıştır. Dolayısıyla "savaş Türkiye ile ilgilenmiş" durumdadır.
Söz konusu fay hatları ülke içinde her konuda farklı yaklaşım benimsemekle kalmayarak fiilen "çatışan" yapılanmalar doğurmuştur. Bu çatışmalar toplumu "ruhen" bölmekte, sorunlara "biz" olarak yaklaşılmasını mümkün kılan "ortak payda"ları ağır biçimde tahrip etmektedir. Bu sürecin devamının ne gibi neticeler doğurabileceği konusunda laboratuvar hizmeti sunan son dönem Osmanlı tarihi karamsar bir tablo çizmektedir.
Detaylarda boğulmak
"Büyük resim," Türkiye'nin son derece kapsamlı ve geleceğini derinden etkileyecek bir süreçten geçtiğini göstermektedir. Toplumun geniş bir bölümünün bunu hissedememesi olağandır. Ancak, tüm siyaset yapıcıların "kişi," "sistem" ve "aidiyet" sorunlarını bir kenara bırakarak ve bunların "talî" niteliğini kavrayarak "büyük resim" üzerine yoğunlaşması gerekmektedir.
Bunu yapmamak, yanlış bilgilerle geliştirdiğimiz "Konstantinopolis kuşatmada iken Bizans seçkinlerinin meleklerin cinsiyetini tartışması" (Gregorios Palamas ve Semineralı Barlaam tarafından önceki asırda başlatılan teolojik tartışmanın artçı sarsıntıları ve Roma kilisesi ile birleşme konusunda yaşanan derin bölünmeye karşılık dinî liderler de dahil olmak üzere şehir ahalisi cansiperâne biçimde müdafaaya katılmıştı) hayalî örneğine benzer bir yaklaşım olacaktır.
Bunun yapılması yerine odaklanılması gereken "büyük resim" iki alanda geniş toplumsal mutabakata dayalı girişimler yapılmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Türkiye, ilk olarak, coğrafyasındaki büyük değişimden en az zararla çıkmasını sağlayacak siyasetler üretmek zorundadır. Bu konuya iktidar-muhalefet ilişkisi çerçevesinde yaklaşmak ve onu bir "hata bulma" ve kavga malzemesi yapmak herkesin altında kalacağı bir yıkıntıya neden olma potansiyelini haizdir.
Bunun yanı sıra "kimlik siyaseti" tarafından derinleştirilen fay hatlarını onarmak ve farklılıklarımıza karşın "biz" olabilmemizi sağlayacak girişimlerin yoğunlaştırılması gereklidir. Bunun ilk adımının 1982 Anayasası yerine birey merkezli ve özgürlükçü bir toplumsal sözleşmenin kaleme alınması olduğu ortadadır. Herkesin "kırmızı çizgi"leri bir kenara bırakarak bu alanda uzlaşma zemininin yaratılmasına katkıda bulunması gerekmektedir.
"Büyük resim"in fırtınayı yansıttığı bir ortamda onun arka fonundaki detayları tartışmak geleceğin tarihçilerine ilginç bir örnek sunabilir. Ancak bunun, aynı zamanda, taşınması güç bir vebâl olacağı unutulmamalıdır.