Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Siyasetimizin tavuk-yumurta sorunsalı: Baskıcılık ve komploculuk

Tanzimat'tan beri içinde savrulduğumuz "baskıcılık-komploculuk" sarmalını kırmak ancak onu yaratan yapısal nedenlerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir

Tanzimat'tan günümüze ulaşan siyasetimizin değerlendirmesi yapıldığında şaşırtıcı bir devamlılık göze çarpmaktadır.
İki asra yaklaşan uzunluktaki bir süreçte, toplumsal taleplere "yeni ve farklı" cevaplar verme ve "daha özgür" düzen oluşturma iddiasıyla ortaya çıkan "iktidar"lar, kısa süreli balayı dönemleri sonrasında "otoriter" siyaset üretmeye başlamışlar, buna karşılık muhalefet de temel yaklaşımlarını "karşıtlık üretme" temelinde şekillendirmiştir.
Muhalefet, buna ilâveten iktidarı kişiselleştirmiş ve belirli program ve siyasetler üretmek yerine "iktidar karşıtları"nın bir araya geldiği "cephe"ler oluşturmaya yönelmiştir.
Bu şekilde yapılanan iktidar ve muhalefet arasında temel karakteri "baskıcılıkkomploculuk" olan bir ilişki geliştirilmiştir. Bu ilişkide iktidar "otoriter"liğini muhalefetin "komploculuğu"na bağlarken muhalefet de yasallık sınırlarını zorlayan karşıtlığın nedeninin "baskıcılık" olduğunu ileri sürmüştür.

Sarmalın sürekliliği
İktidar ve muhalefetin ideolojik eğilimlerinden bağımsız olarak sürekli biçimde yeniden üretilen bu sarmal "kişiler" ya da "temel yaklaşımlar"dan ziyade "siyaset" yapılanması ve onun kavramsallaştırılmasından kaynaklanmaktadır.
Örnekler vermemiz gerekirse toplumu "tanzim etme," bireylere yeni haklar getirme iddiasıyla ortaya çıkan Tanzimat liderliği kısa sürede bürokratik diktatörlüğe evrilmiş, anayasal rejimin ilk sultanı olan II. Abdülhamid muhaliflerinin "istibdad" olarak kavramsallaştırdığı bir düzene geçmiş, "hürriyeti ilân" eden İttihad ve Terakki Cemiyeti ise fazlasıyla baskıcı bir tek partiye dönüşmüştür.
Buna karşılık, Mustafa Fâzıl Paşa'nın finansal desteğiyle Tanzimat bürokrasisine bayrak açan Yeni Osmanlılar, II. Abdülhamid'i devirmek için çok sayıda darbe girişimi organize eden Jön Türkler, İttihad ve Terakki'yi iktidardan indirmek için ayaklanmadan sadrazâm katline her yolu deneyen "karşıtlar cephesi" yasal sınırları zorlayan, komplocu muhalefet örnekleri sunmuşlardır.
Cumhuriyet tarihimiz aynı sarmalı farklı aktörlerle üretmiştir. İktidarı halka vereceğini ilân eden "cumhuriyetçilik" baskıcılıkta İttihad ve Terakki ile yarışan bir tek partiye dayanmış, "Yeter! Söz Milletin" sloganıyla ortaya çıkan Demokrat Parti 1955 yılındaki "ispat hakkı" tartışması sonrasında tedricen otoriter siyasete kaymış, "hürriyet" için eyleme geçtiklerini iddia eden 27 Mayıs darbecileri katılımı sınırlama ve siyasal alanı daraltmayı temel hedefler haline getirmişlerdir.
Cumhuriyet dönemi muhalefet hareketleri ise son dönem Osmanlı siyasal karşıtlık cephelerinin "komplocu" karakterini yeni zirvelere taşımışlardır. Bu örnekleri aktörlerin ideolojik yaklaşımlarından bağımsız olarak çoğaltarak günümüze kadar taşıyabilmek mümkündür.
Diğer bir ifade ile değişik ideolojik eğilimler taşıyan, farklı programlar geliştiren "iktidar" ve "muhalefet"ler bunlardan bağımsız olarak söz konusu "baskıcılık- komploculuk" sarmalını kıramamışlardır. İlginç olan her iki tarafın da bu sarmalın oluşumundaki sorumluluğu diğerine yüklemesidir, ki bunda gerçeklik payı da vardır.
Örnekler yardımıyla yaklaşacak olursak, sayısız darbe ve suikast teşebbüsü ile karşılaşan, istihbarat örgütü başkanının yeraltı örgütlenmelerine yardım ettiğini, muhaliflerinin Papa'dan bile kendisini devirmek için yardım almaya çalıştığını gören II. Abdülhamid "otoriter" siyasete yönelme dışında başka bir şansı olmadığını savunurken, açık muhalefet ve siyaset imkânı bulamadıklarını, kanguru mahkemeleri tarafından haksız cezalara çarptırıldıklarını, yargılama dahi olmadan sürgüne gönderildiklerini, haksız yere "anarşist" olmakla suçlandıklarını iddia eden Jön Türkler "komplocu" eğilimleri sultanın baskıcılığının doğurduğunu iddia etmişlerdir.

Olağanüstü hal-O/onlar gitsin

Bu açıdan bakıldığında, kendisini sürekli biçimde yeniden üreten söz konusu sarmal, siyasetimizin "tavuk-yumurta" sorunsalı gibidir. Karşı örneklere bakılmadıkça, her iki tarafa da hak verebilmek mümkündür.
Bu tartışma iktidarın sürekli biçimde "olağanüstü bir dönemden geçildiği," beka sorunu niteliğinde kapsamlı bir tehdit ile karşılaşıldığı, onun izâlesi sonrasında "olağan" şartlara geri dönüleceği söylemini kullanması, buna karşılık, muhalefetin tüm sorunların çözümünü "o/onlar gitsin" reçetesine indirgemesine neden olmaktadır.
Bireylerin Soullier Sirki'nde cambazlık izlediği yıllardan dünyadaki gelişmeleri görüntülü olarak cep telefonlarından takip ettikleri günlere ulaşan bir süreçte toplumumuzda "olağanüstü"lük sonlanmamış, siyasal muhalefet ise "o/onlar gidecek, sorunlar çözülecek" indirgemeciliğinin ötesine geçebilen bir söylem geliştirememiştir. Sayısız "o ve onlar" gitmiş/ gönderilmiş ama onları gönderenler iktidara geldiklerinde "yeni olağanüstülükler nedeniyle otoriterleşmek zorunda" kalmışlardır.

Yapısal belirleyiciler
İçinde savrulmayı sürdürdüğümüz bu sarmalın "nedeni"nin otoriterlik ve komploculuğa indirgenmesi yapısal belirleyicilerin göz ardı edilmesine neden olmaktadır.
Siyasetimize söz konusu niteliği kazandıran üç temel yapısal neden bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, fren ve dengelere dayalı bir sistem yerine siyasal iktidar ile bürokratik/ jüristokratik eğilimlerin kıyasıya çatıştığı bir mekanizmanın varlığıdır. Yasamanın fiilen yürütmenin emrine sokulduğu bir ortamda iktidar her türlü yargı müdahalesini "siyasal alana tecavüz," bürokratik denetimi de "atanmışların engellemesi" olarak görürken, jüristokratik eğilimleri güçlü yargı "siyasetin hukuka müdahale ettiğini," bürokrasi ise "kuralların ihlâl edildiğini" savunmaktadır.
İkinci temel neden, siyasetin fiilen "kazanan hepsini alır" ilkesine dayandırılması ve siyasal kültürün bunu meşrulaştırmasıdır. Siyasal alanın "paylaşılmaması" ve "paylaşılmamasının normal olduğunun düşünülmesi," genellikle göz ardı edilen, ancak söz konusu sarmalın oluşumuna önemli katkılarda bulunan bir husustur.
Üçüncü etken siyasetin kavramsallaştırılma biçimidir. Siyasetin "mega söylemler" kullanımıyla "dâvâ uğruna cehd" biçiminde kavramsallaştırılması, "muhalefet"in "ezelden ebede sürdürülen destansı mücadeleleri engellemeye çalışan karşıtlık" olarak yorumlanmasına neden olmaktadır. Muhalefetin de benzer amaçlarla "siyaset" yapması tartıştığımız kısır döngünün yeniden üretilmesini kolaylaştırmaktadır.
Bu temel nedenlere ek olarak, siyasal katılımın sadece "seçimler"le ve "dikey" olarak gerçekleştirilmesi, "iktidar"ın sivil toplumla "yatay" iletişim kanalları kurmaması da muhalefetin "karşıtlık"a dönüşmesinde etkili olmaktadır.
Dolayısıyla yeni bir toplumsal sözleşme hazırlama aşamasında bulunan Türkiye'nin değişik yönlerini tartıştığımız ve "kim neden oluyor/ suçlu kim" gibi "verilen cevabın sorunu çözmeyeceği" tartışmayı bir kenara bırakarak "otoriterlik ve yasal sınırları zorlama" davranışlarını üreten "yapısal" sorunlar üzerine odaklanması gerekmektedir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA