Patlayıcı yüklü bir aracı ulaşım servislerinin üzerine sürerek onlarca insanın ölümüne neden olan bir eylemcinin bâzı çevreler tarafından "kahramanlaştırılması," siyasal şiddet meşrulaştırılması ve kutsamasının topluma nüfûzunun derinliğini ortaya koymaktadır.
Toplumdaki ortak yaşama arzusunun marûz kaldığı hasarın derecesine de ışık tutan bu örnek, Türkiye'nin geçmişten günümüze siyasal ve kimliksel mücadelelerini neden yoğun "şiddet" kullanımı ile gerçekleştirdiği hakkında ilginç ipuçları sunmaktadır.
Toplumuna "medeniyetin bölgedeki temsilcisi" rolünü bahşederek, coğrafyasının geri kalanını "Ortadoğu bataklığında çırpınanlar" metaforuyla aşağılayan seçkinlerimizin varsaydığının tersine "siyasal şiddet" Türkiye'de yaygın biçimde meşrulaştırılan ve siyasetin temel amacı olarak görülen bir eylem biçimidir.
1970'lerde "sağ-sol" şeklinde kavramsallaştırılan mücadelenin binlerce hayata malolduğu bir kolektif cinneti yaşayan, sonrasındaki açık kimlik çatışmasının belirli dönemlerde yoğunluğu yükselen bir iç savaşa dönüştüğü, faili meçhul cinayetlerde öldürülen çok sayıda vatandaşın cesetlerine dahi ulaşılamayan bir toplumun kendisini "şiddet bataklıkları" ile çevrili "barış, huzur ve medeniyet vâhâsı" olarak algılaması bu gerçeği değiştirememektedir.
Türkiye'de "sağ" ideolojik yaklaşımlar devletin "şiddet tekelini" suistimâl etmesini, muhalefete bastırılması gereken "bozgunculuk" olarak yaklaşmasını, her türlü sorunu "beka meselesi"ne dönüştürmesini meşrulaştırırken, merkezle çatışan kimlik grupları ve "sol" da "devrimci, dönüştürücü ve özgürleştirici" rol atfettikleri "şiddet"i kutsamaktadır.
Bunun neticesinde örtülü ya da açık biçimde "kimlik"ler üzerinden yapılan siyaset "şiddet" sarmalından çıkamamakta, onu sürekli biçimde yeniden üretmektedir.
Neden "şiddet"?
Siyasal şiddetin meşrulaştırılmasında şüphesiz "şiddet"in genel anlamda toplumsal dokuya nüfûzu önemli rol oynamaktadır. Aile içi ve kadına yönelik şiddetin olağan görüldüğü bir toplumda "siyasal" şiddetin varolmamasını beklemek fazla anlamlı değildir. Ancak "siyasal şiddet"in yoğunluğu, bu olgunun bağımsız olarak değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Siyasal şiddet algısının toplumda gördüğü yaygın kabûlün tarihî kökleri bulunmaktadır. On dokuzuncu asırdan itibaren güçlenen "kimlik odaklı" siyaset, "bir arada yaşama" yerine çatışmacılığı ön plana çıkartmakta, uzlaşmayı, "boyun eğme" ve "davaya/kimliğe ihanet" olarak kavramsallaştırmakta, bu ise şiddetin araçsallaştılmasına yol açmaktadır.
Devletin siyaseti egemen kimlikler adına yapması ve ona bir "beka sorunu" olarak yaklaşması ise "şiddet tekeli" kullanımında aşırılığa neden olarak anılan sarmalın sürdürülmesine katkıda bulunmaktadır.
Toplumun on dokuzuncu asır sonrasındaki gelişimine bakıldığında "şiddet"in temel siyaset aracı olduğu, kimlik mücadelelerinin bu araçla icra edildiğini görmek zor değildir. Daşnaktsutyun, Hınçakyan Partisi, VMORO, İttihad ve Terakki Cemiyeti benzeri para-militer siyasal örgütlenmelerin temel siyaset aracı "şiddet" olmuş, bunu kullanan kadrolar ise kahramanlaştırılmıştır.
Hınçakyan Partisi'nin "asbadag", Daşnaktsutyun'un "fedaî"lerini örnek alan İttihad ve Terakki Cemiyeti de benzer bir birim oluşturmakla kalmamış, "vazife-i fedakârânesini" ifa ederken ölen her "fedaî" için, onun yaşamını anlatan bir kitap hazırlanmasını, "mübarek" mezarına gidilerek orada "evsâfı fedakârânesini" anlatan nutuklar irad edilmesini nizamnâmesinin gereği haline getirmiştir. Şiddet, siyasetin "dava" olarak algılandığı ve "kimlik savunusu" temelinde yapıldığı bir ortamda araçsallaştırıldığı için meşrulaştırılmakta ve kutsanmaktadır. Yakın geçmişimizde "dava" uğruna şiddet uyguladığı için değişik kesimlerce kahramanlaştırılan bireyler, "devrim şehitleri" benzeri kavramsallaştırmalar bu geleneğin sürekliliğine işaret etmektedir.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye'de kimlik siyaseti üzerindeki örtünün kalkması ve yoğunluğu konjonktüre bağlı olarak değişen bir iç savaşın sürmesinin "şiddet"in kutsanmasına, onu kullananların "kahramanlaştırılmasına" güçlü bir ivme kazandırması şaşırtıcı değildir.
Ancak Tom Nairn'in de vurguladığı gibi ulusal/ etnik kimliklerin "şiddet"i araçsallaştıran çatışma ya da "barış içinde beraber yaşama" yaklaşımlarından birisini doğurması "zorunlu" değildir. Kimlikler bu açıdan "Janus çehreli"dir; dolayısıyla "şiddet"i üreten bizatihi "kimlik"ler ya da onların sahiplenilmesi değildir.
Muhalefet, protesto ve şiddet
Burada devletin şiddet tekelini kötüye kullanımının da "çatışma sarmalı"ndan çıkılmasını zorlaştırdığı vurgulanmalıdır. Kimlikleri tanımayan, onları dönüştürmeye çalışan siyasetlerin, muhalefeti "düşmanlık" olarak görerek, fiilen ortadan kaldırmaya çalışan yaklaşımların meşrulaştırılmasının "yangına körükle gidilmesi" etkisi yarattığı ortadadır.
Buna karşılık, demokratikleşmenin ivme kazandığı, kimliklerin görece özgürleştiği dönemlerde de "şiddet" meşrulaştırılmasının gerilememesinin altı çizilmelidir. İlginç bir örnek, meşrutî idarenin yeniden tesisi sonrasında "dağdan şehire inen" Daşnaktsutyun, İttihad ve Terakki ve VMORO'nun "fedaî" teşkilâtları ve "siyasî çete"lerini dağıtmamaları, bir araç olarak "şiddet"i terketmemeleridir.
Yakın dönemden somut örnekler verecek olursak "Adalet Partisi siyasetlerine muhalefet ve değişik alanlardaki hak arayışları kır ve şehir gerillası örgütlenmeleri ve şiddet kullanılarak mı yürütülmek zorundaydı?" ya da "2016 yılında Kürt vatandaşların taleplerinin hendekler kazmak ve intihar saldırıları düzenlemek dışındaki yollarla iletilmesi mümkün değil midir?" sorularına olumlu cevap verebilmek kolay değildir.
Şiddet zorunlu mu?
Siyasal kültürün "şiddet"i temel siyaset yapma araçlarından birisi olarak meşrulaştırması, son tahlilde, "çatışmanın nedeni" ve "kimliklerin ne ölçüde sahiplenildiğinden" daha önemli bir sorundur.
Hint bağımsızlık liderlerinden, Amerikan sivil haklar eylemcilerine kadar ağır baskılarla karşılaşan pek çok toplumsal grup ve kimlik bunlara "şiddet" dışı yollarla cevap vermeyi tercih etmişler, içlerinden çıkarak mücadele şeklini değiştirmeyi amaçlayan radikal yapılanmaları marjinalleştirmişlerdir.
Buna karşılık Türkiye'de "şiddet" kimliklerin ve muhalefetin "zorunlu seçeneği" ve temel siyaset aracı olarak kavramsallaştırılmakta ve meşrulaştırılmaktadır. Zikrettiğimiz gibi devletin "şiddet tekelini" kötüye kullanmasını onayan ideolojik yaklaşımlar da sarmalın devamlılığına yardımcı olmaktadır.
Zıt ideolojik yaklaşımlar tarafından farklı nedenlerle meşrulaştırılan, kutsanan "şiddet sarmalı"ndan çıkış zannedildiğinden zordur. Bunun başarılması için "Hak talebi için şiddetten başka yol yok mudur?" ve "Her türlü muhalefeti bastırmak bekamız için zorunlu mudur?" benzeri sorulara cevap aramak, daha da önemlisi bizatihi "şiddet"in meşruiyetini sorgulamak anlamlı bir başlangıç olabilir...