Çok partili siyasal hayatımız, siyasetin iki temel kutbundan birisini oluşturan "devletçi modernleşmecilik"in yaşadığı seçim başarısızlıklarının da tarihidir. İlginç olan bu olgunun tekil seçimler veyahut kısa dönemler bağlamında sorgulanmasıdır.
Bu yaklaşım, doğal olarak, konjonktürel etkenler ile liderlik ve parti örgütü benzeri unsurların belirleyiciliğini ön plana çıkartmaktadır. Buna karşılık söz konusu kutbun süregelen başarısızlığı, çoğulculukla uyumsuz bir ideolojiyi değiştirirken "ne olunduğuna" karar verilerek bir tasavvur geliştirilememesi, bunun neticesinde de yükselen "kimlik siyaseti"nin aracı durumuna düşülmesinden kaynaklanmakladır.
Çoğulculuk karşıtlığı
Devletçi modernleşmecilik temel entelektüel tezleri itibarıyla bir on dokuzuncu asır ideolojisidir. İki savaş arası dönemin siyasal hareketlerinden de etkilenen bu yaklaşımın "modernlik" yorumu ile buna ulaşma için benimsediği siyaset anlayışı günümüz demokratik değerlerine fazlasıyla yabancıdır. "Tekil" bir modernlik tasavvurunu yaşam tarzı üzerinden üretmeyi amaçlayan devletçi modernleşmecilik, bunu yukarıdan aşağıya gerçekleştirmeyi hedeflemiştir. "Modernlikler"in varlığını reddederek çoğulculuk karşıtı bir çizgiyi sahiplenen bu yaklaşım kitle ile ilişkisini "aydınlatma-aydınlanma" temelinde kurmanın gerekli olduğunu düşünmüştür. Siyaset uygulayıcılarının gereğinde yasak koyabilen, ceza verebilen "hoca," halkın ise edilgen, dersini iyi öğrenmekle mükellef "talebe" rolünü oynadığı bu ilişkinin düşünsel arka planını seçkincilik oluşturmuştur.
Bu çoğulculuk karşıtı, elitist, "halka rağmen halkçılık"ı savunan düşünsel çerçevenin siyaset aracı ise otoriter "ilerletici tek parti" olmuştur. Devletçi modernleşmecilik iktidardaki altın çağını böyle bir rejim içinde yaşamıştır. Çok partili yaşama geçiş sonrasında özünde çoğulculuk karşıtı olan bu hareket "demokratikleştirilme"ye çalışılmış, ancak doğasına aykırı bu bağdaştırmada ciddî mesafe alınamamıştır. Uzun süre katılımı sınırlamayı amaçlayan vesayet odaklarıyla çalışan, darbeleri "reform aracı" olarak destekleyen bu hareket son yıllarda bu konumunu sorgulamış ve değişime yönelmiştir.
Başörtüsü takmanın "modernlik karşıtlığı" anlamına gelmeyeceğinin itirafı ile dolaylı yolla da olsa "modernlikler"in varolabileceğinin kabûllenilmesi gibi "darbeler"e "devrim" biçiminde atıfta bulunmaktan vazgeçilmesi bu alandaki değişimi ortaya koymaktadır. Ancak bu konuda netice alınmasını zorlaştıran iki unsur vardır. Bunlardan birincisi değişime karşılık tarihî mirâsın muhafaza edilmeye çalışılması, örneğin bir yirmi birinci yüzyıl demokrasisinde "devrimcilik"in ilke olarak korunmasıdır. Daha temel ikinci sorun ise bu değişimin "devletçi modernleştirme"yi kendisi olmaktan çıkarması ama kolaylıkla tanımlanabilir bir şeye de dönüştürmemesidir.
Kendisi olmayınca
Devletçi modernleşmenin çoğulculuk ile bağdaştırılmasının zorluğu bu hareketin "kendisi olma" alanında önemli tavizler vermesine neden olmuştur. Ancak sorun onun kendisi olmayınca "ne olacağı"nda düğümlenmektedir. Bu hareketin kendisini tanımlamak amacıyla "Ortanın solu," "Demokratik sol," "Üçüncü Yol," "Anadolu solu" benzeri kavramsallaştırmalar üretme ihtiyacı duymasının nedeni de "ne olduğunu bilememek"ten kaynaklanmaktadır.
Burada karşılaşılan mesele gerçekte kendisine yakınlığı olmayan bir düşünce sistematiği ile ilintilendirilmek olmuştur. Milliyetçi ve devlet merkezli bir yaşam tarzı modernleştiriciliğinin "sol" siyaset yapılanması olduğunu iddia etmesi, daha da önemlisi kendisini buna inandırması, onun "ne olduğunun tanımlanabilmesi"ni fazlasıyla zorlaştırmıştır. Erken Cumhuriyet döneminde Kadro dergisi tarafından da yapıldığı gibi "anti-emperyalizm" üzerinden "sol"da konuşlanma girişimleri yetersiz olmuştur. Bunun neticesinde devletçi modernleşmecilik bu yaklaşımın saf halini savunan marjinal partiler doğurmanın yanı sıra kendisini "kalkınmacı muhafazakârlık" karşıtlığı üzerinden tanımlamak zorunda kalmıştır. Devletçi modernleşmecilik tek parti döneminde Hans Zehrer'in Tatkreis hareketi benzeri otarşi kutsayıcısı, iktisadî planlamacı yaklaşımlardan etkilendiği için bu kolay da olmuştur.
Ancak bu "karşıt"lık net bir siyasal konum belirlenmesi alanında yetersiz kalmıştır. "Ne olduğu" konusundaki muğlaklık ve konumunu "karşıtlık" üzerinden üretme, değişerek çoğulcu siyasete uyum sağlama uğraşı içine giren devletçi modernleşmeciliği yükselen "kimlik siyaseti"nin temel hedeflerinden birisi haline getirmiştir.
Siyasetin bu kutbu, süreç içerisinde, muhafazakârlığı kendilerine yönelik tehdit olarak algılayan mezhepsel ve dışlayıcı seküler kimliklerin hareketine dönüşmüştür. Kimliklere dayalı siyasetin bu hareketin çözülmesini, içinden çıkardığı marjinal partiler gibi yüksek perdeden konuşan, tek parti dönemini altınçağdaşlaştıran, ama toplumsal ağırlığı olmayan eylemciliğe evrilmesini engellediği ortadadır. Buna karşılık, bu kimliklerin toplumun genelinde azınlıkta kalması, hareketin kitlesel boyut kazanması ve "iktidar" olmasını fazlasıyla güçleştirmektedir.
Beyaz atlı lider
Devletçi modernleşmeciliğin süregelen başarısızlığının temelinde doğası itibarıyla çoğulculuk karşıtı olan bir hareketin demokrasiyi içselleştiren bir yapıya dönüştürülmesindeki zorluk yatmaktadır.
Demokrasi ve farklı modernliklerin varlığını kabûllendiğinde toplum tasavvuru anlamsızlaşan bu hareket, ne olduğunu "karşıtlık" üzerinden tanımlamaya çalışınca önemli bir sarsıntı geçirmiş ama kendinden menkûl "sol"culuk iddiası ve bir kimlik siyaseti ittifakının egemenliği altına giriş sayesinde, siyasetin "daimî kaybedeni" haline gelme ve merkezden uzaklaşma pahasına, kutup olma vasfını koruyabilmiştir.
Kimlik siyasetinin fazlasıyla güç kazandığı Türkiye'de söz konusu hareketin bu niteliği uzun süre muhafaza edebilmesi mümkündür. Buna karşılık onun özgür seçimlerle iktidara gelebilmesi, ancak "karşıt" olduğu kutbun yapacağı büyük hatalarla gerçekleşebilir; bu iktidar ise süreklilik göstermez.
Dolayısıyla bu hareketin entelektüel müktesebâtı zengin, hitabeti güçlü, tercihan kravat takmayan karizmatik lider ve kunduz-arı bileşkesi çalışkanlıkla faaliyet gösteren parti teşkilâtlanması ile iktidara yürüyebileceğini varsaymak gerçekçi değildir.
Türkiye'de hakim partiye evrilme eğilimi gösteren "kalkınmacı muhafazakârlık"a seçenek olabilecek bir hareket ne olduğunu köşeleri kapatarak tanımlayabilmeli, geçmişini "zamanın koşulları" benzeri apolejetik zorlamalara başvurmadan tarihselleştirebilmeli, program ve toplum tasavvuru üreterek siyasetteki pozisyonunu "karşıtlık" yerine bunlar aracılığıyla belirlemeli, ilişkisi olmadığı siyasal konumları sahiplenmemeli ya da aidiyet iddia ettiği görüşlere uygun politikalar üretmeli ve kimlik siyasetinin yoğunluğunu azaltmalıdır. Bunlara yönelmek yerine "beyaz atlı genç lider"e intizar, Vladimir ile Estragon'un Godot'yu beklemelerinden pek de farklı değildir.