Almanca ve Fransızca ile beraber Arapçanın da seçmeli yabancı dil olarak okutulması teklifi, fazla da yadırgatıcı olmayan biçimde, değişik boyutlara taşındı. Bu alanda yapılan öneri "Türk olmaktan vaz geçmek"ten "dinselleştirme"ye, "Aydınlanma"ya sırtımızı dönmekten "badem cumhuriyetinde çakma Arap olmaya alışma"ya uzanan yelpazedeki yaklaşımları içeren bir zeminde eleştirilere neden oldu.
Burada çarpıcı olan "Arapça"nın "yabancı lisan" olmaktan çıkartılarak bir sembole dönüştürülmesi, ona "kimliğimizi kaybetmemize" yol açabilecek bir "virüs" biçiminde yaklaşılması ve "Arabın Yalellisi" benzeri ırkçılık sınırlarında dolaşan ifadelerin kullanılmasıdır.
"Doğu"nun dili Arapça
Geçtiğimiz yıl sonlarında yaşadığımız "Osmanlıca" tartışmasında olduğu gibi "Arapça eğitimi" konusunda da temel sorun bir "dil"in sembolleştirilerek "ileri-geri" ekseninde oluşturulan hiyerarşi piramitinin tabanına yerleştirilmesidir.
Daha da ilginç olan Osmanlıca gibi Arapça öğrenmenin de kimliğimizi tahrip ederek bizi "Araplaştıracağı"nın varsayılmasıdır. Almanca eğitiminin "Almanlaşma"ya neden olacağı ve kimliğimize zarar vereceğinin düşünülmemesine karşılık "Arapça"ya böylesi bir işlev atfedilmesi şüphesiz bu dilin yarattığımız "Doğu"nun egemen lisanı olması ve "gerilik kaynağı" olduğu iddia olunan "din" ile özdeşleştirilmesidir.
Osmanlı Batılılaşmasının evrimi ile Türkçülüğün yükselişi, Erken Cumhuriyet döneminde zirve noktasına ulaşacak kendi "Doğumuz"u yaratma girişimine hatırı sayılır bir ivme sağlamıştır. Bu inşa faaliyeti, Türklüğün içinde bulunduğu coğrafyaya ait olmadığı, "Batılı" karakter taşıdığı ve yaşadığı bölgede yerleşik diğer akvâm ile "medenîlik" açısından karşılaştırılamayacağı tezlerine dayandırılmıştır.
Bu tezleri ileri süren ilk yayın organlarından birisi olarak Kahire'de yayınlanan Türk mecmuasından aktaracak olursak "Türk, her dürlü itiyâdât-ı muzırra-i hazırâsını Şark'dan" almış, "her dürlü esbâbı za'af ve tedenniyi ise yine Şark'da" bulmuştu. Bu yaklaşıma göre "Türk . . . Avrupa'ya cenubdan gireceğine şimalden doğru girseydi, Şark'a değil Garb'a giderek yerleşseydi, hâsılı esasen bir dereceye kadar hemnesli olduğu Macarlar gibi yapabilseydi . . . yine onlar gibi parlak bir hükûmeti, hâkimiyeti, ikbâli ve istikbâli olurdu."
Türk mecmuası yazarları daha sonra Reşid Rıza ve el-Menâr dergisi ile giriştikleri polemikte de Türklerin Araplar ile coğrafyada bulunan diğer etnik gruplara üstünlüklerini vurgulamışlardı. Bu yazılarda basit bir "tefevvuk" iddiası dile getirilmiyor, Batı entelektüellerinin "Doğu" için kullandığı sıfat ve ifadelerin tekrarı yoluyla modernliğe cevap verdiği iddia olunan Türklerin "Doğu"su da inşa ediliyordu. Gene Türk'den nakledecek olursak "Avrupalılar"ın "Türkler"i "Şark"ın, ezilmiş ve geri kalmış "akvâm-ı zâifesiyle karışdırmaları" büyük bir hata idi. Türkler "Doğu"ya ait değildi; o "Doğu," Araplar ve diğerlerini kapsıyordu.
Osmanlı Garplılaşma hareketi ile seküler vurguları güçlü Türkçülüğün ürünü olarak yaratılan bu "Doğu," Batılıların Türkler için kullandığı sıfatlarla inşa ediliyor, buna karşılık "gerilik"i Araplar üzerinden tanımlıyordu. Bu inşa süreci Arap kültürünü dili, alfabesi, gelenekleri, müziği üzerinden aşağılıyor, "modernlikle bağdaşmış" Türklerin öz değerlerinin ise bunların karşı tezini oluşturduğunu savunuyordu.
Garblılaşma ve Türkçülüğün seküler yaklaşımları "Arap dini" olarak kavramsallaştırılan İslâm'ın da bu "Doğu"nun inşa faaliyetinde önemli bir yapı malzemesi olarak kullanılmasını sağlıyordu. Keçecizâde İzzet Fu'ad Paşa'nın ifadesiyle İslâm, son tahlilde, "1300 sene evvel çölde, çöl için yapılmış kavânin ve nizâmât" olduğu için onunla yirminci yüzyılda "Avrupa'da yaşayabilmek" mümkün değildi.
Şark'daki Garblı
Erken Cumhuriyet ideolojisi bu alanda devraldığı mirâsı yeni ufuklara taşımıştır. Bu yapılırken, yaşanan coğrafyaya aidiyetin reddi ve "medenîleştirme misyonu" daha güçlü biçimde vurgulanmıştır. Türk Ocakları Mesâî Programı'nda işaret edildiği gibi "Türk milletinin, Garb'ın Şark'daki temsilcisi" olduğu iddiası "Doğu" inşa faaliyetinin temel tezi haline getirilmiştir.
Ait olmadığı bir coğrafyada "ileri" bir kültürün temsilcisi olarak yaşayan "medenî" bir kavim olan Türkler, uzun süre taşımak zorunda kaldıkları "medenîleştirme misyonu" yükünden kurtulmuşlardı. Bu çabanın başarısızlığı da Araplar benzeri kavimlerin çağdaşlaşma ve medenîleşmeye gösterdikleri güçlü dirençten kaynaklanmıştı. Dolayısıyla Türkler, taşıdıkları her türlü "gerilik"in nedeni olan "Doğu"da bir vâhâ oluşturmayı temel hedefleri haline getirmişlerdi.
Bu parametrelerle inşa edilen muhayyel "Doğu"yu ete kemiğe büründüren, onun geriliğini ortaya koymak için kullanılan örnekler de genel olarak "Araplar" oluyordu. Bu çerçevede Arapça ve Arap alfabesi de yabancı dil ve yazım aracı olmanın ötesinde yarattığımız "Doğu"nun "gerilik"ini vurgulayan semboller olarak işlevselleştiriliyor, onlara siyasal nutuklardan ders kitaplarına ulaşan bir yelpazede bu bağlamda atıfta bulunuluyordu. Arapçanın bir diğer sorunu ise "Arap dini"nin lisanı olmasıydı. Bu din, onu kabûl etmeden önce çok daha yüksek bir kültüre sahip olan Türklerin gerilemesinin temel nedenlerinden birisi olmuştu.
Lisanla sınırlı değil
Bu tarihî arka plan gözönüne alınmadan Arapça öğrenimi konusunda dile getirilen ve ırkçı tonları belirgin eleştirileri anlayabilmek zordur. Toplumumuzun bir bölüm seçkini için Arapça, "Doğumuz"un lisanıdır, geriliği temsil etmektedir ve bizi "Araplaştırarak karanlığa geri götürme" aracı olarak kullanılabileceği için tehdit oluşturmaktadır. O nedenle de bu dile Almanca ya da Fransızca gibi bir "yabancı dil" olarak yaklaşılması mümkün değildir.
Lisan ve alfabelerin "gerici" ya da "ilerici" karakter taşıyabileceği, soldan sağa yazmakla "çağdaş" ve "medenî" olunabileceğini savunan yorumların düşünsel arka planını bu "Doğu" inşa etme faaliyeti oluşturmaktadır.
Bu fikrî çerçevenin sığlığı ortadadır. Sorun, önde gelen sembolleri "Arap" ve "Arapça" olan "Doğumuz"un "ilerici- gerici" ekseninde bir lisanlar hiyerarşisi yapmamızın ötesinde etkiler yaratmasıdır. Bu "muhayyel gerilik alanı," tesirini coğrafya algımızdan değerlerimizin şekillenmesine, dış siyaset yapımımızdan düşük yoğunluklu bir iç savaşı yönetmemize uzanan alanlarda hissettirmektedir.