Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Modernleşme-demokrasi hiyerarşisi anlamlı mı?

"Modernleşme" ile "demokrasi" arasında bir hiyerarşi oluşturmak ve belirleyicilik ilişkisi olduğunu savunmak günümüz gerçekliğinde anlamını yitirmiştir

Modernlik sonrası toplumlarının temel hedefi yeni gerçekliğe uyum sağlama, diğer bir ifadeyle "modernleşme" olmuştur. Yaşanan değişimin büyüklük ve kapsamı bu gayreti bir "mega hedef" haline getirmiştir.
Bu nedenle "modernlik," geleneksel değer ve idealler zararına, inanılmaz bir yükseliş yaşamıştır. Bilhassa bu alanda geri kaldığını düşünen toplumların seçkinleri için "modernleşme" bir "hedef" olarak tüm diğer ideallerin önüne geçmiştir.
Bu sadece kendi örneğimiz olduğu için daha iyi bildiğimiz Tanzimat ricâli, İttihadçı ve Kemalist liderler ya da Meiji ıslahâtını hayata geçiren Japon devlet adamları için değil "modernleşme" alanında geri kaldıklarını düşünen pek çok Avrupa toplumunun elitleri için de geçerlidir.
Günümüzde demokrasinin bir "kavram" olarak kutsallaştırılarak idealleştirilmesi, onun modernliğin bir "mega hedef" olduğu oldukça uzun bir süreçte böylesi bir konumda olmadığını unutturmamalıdır. Bu sürecin önemli bir bölümünde "demokrasi" talepleri modernleşme mega ideali yanında önemsiz bir "sistem" tartışması olarak yorumlanmıştır. Bu yapılırken de "demokrasi"nin "gelişmişlik"i belirlemediği, bunun tersinin geçerli olduğu varsayılmıştır.

Otoriter modernleşme

Modernleşme ile demokrasi arasında kurulan bu hiyerarşik ilişki, "modernleşme açığı"nın kapatılması alanında, daha az tartışarak ve katılımı sınırlandırarak hedefe odaklanmayı mümkün kılan "otoriterlik" ile daha hızlı yol alınabileceği düşüncesinin de güç kazanmasına yol açmıştır.
Bu şüphesiz kendi tecrübemiz nedeniyle ayrıntılarını oldukça iyi bildiğimiz bir süreçtir. Katılımın devletin geleceği için tehdit oluşturduğunu varsayan Tanzimat ricâlinden, Rechtsstaat vurguları taşıyan "hürriyet- i kanuniye" otoriterliğini kavramsallaştıran II. Abdülhamid'e; "Türkiye'nin Ortadoğu'nun Japonyası" olduğu düşünen, ama "ilerlemenin" Cemiyet önderliğinde ve tartışmadan sağlanabileceğini öngören İttihad ve Terakki erkânından, "muasır medeniyet seviyesinin" üzerine çıkmayı idealleştiren ancak bunun şef ve tek parti yönetiminde başarılabileceğine inanan Erken Cumhuriyet liderliğine varan bir yelpaze ve zaman diliminde "modernleşme" öncelikli ideal olma özelliği taşımıştır.
Buna karşılık "katılım" ve onun aracılığıyla gerçekleşecek "demokrasi" "yararlı" bulunan ama "modernleşme hedefi"nin fazlasıyla gölgesinde kalan bir kavramsallaştırma olmuştur. Yukarıda saydığımız liderlerin "modernleşme"yi farklı biçimde yorumladığı doğrudur. Tanzimat ricâli için "modernlik" "Batılılık" ile eşanlamlı olmuş, II. Abdülhamid ona "teknoloji aktarımının geleneklerle bağdaştırılması" şeklinde yaklaşmış, İttihadçılar bu iki yaklaşımı telif etmeye gayret etmiş, "modernliği" tekil bir medeniyeti içselleştirme olarak gören Cumhuriyet kurucuları ise hedefe yerelin tasfiyesi üzeriden ulaşılabileceğini düşünmüşlerdir.
Burada önemli olan tüm bu yorum farklılıklarına karşın "yaşam tarzı," "fabrika bacası," ya da "kıyafet" ile sembolize edilen değişik "modernlikler"in temel hedef olma özelliğini korumasıdır.
Demokratikleşme sonrası

1913 sonrasında uzun süre "demokrasi"nin "yararlı" olduğu düşüncesinden de vazgeçilmesi siyasetimizi tamamen "modernleşme" merkezli bir faaliyet alanı haline getirmiştir. Bu çerçevede temel tartışma "hangi modernlik"in tercih edilmesinin anlamlı ve faydalı olduğu üzerine gerçekleşmiştir.
İlginç olan çok partili yaşama geçiş sonrasında da bu eğilimin sürmüş olmasıdır. Bu dönemde Erken Cumhuriyet'in "kıyafet ve yaşam tarzı" ile modernleşen toplum tezi yerine yollar yaparak, barajlar, köprüler inşa ederek, ekonomik açıdan güçlenerek "modernleşen" bir yapıya dönüşme yaklaşımı baskın hale gelmiştir.
Ancak nisbî demokratikleşme ve "demokrasi"nin kazandığı göreceli öneme karşılık "modernleşme- demokrasi" hiyerarşisinde bir değişim gerçekleşmemiştir. Âlî Paşa'dan, II. Abdülhamid'e, Enver Paşa'dan Atatürk'e, Menderes'den Demirel'e, Özal'dan Erdoğan'a ulaşan bir süreçte farklı biçimlerde tanımlanan "modernleşme"yi gerçekleştirmek, daha "modern" olduğu düşünülen toplumlarla mevcut "farkı" kapatmak, onların ötesine geçmek aslî hedef olmuş, bu ideal hiyerarşide gerçek anlamda liberal demokrasiye dönüşmenin üzerindeki yerini korumuştur. Bu ise "yaşam tarzı" ya da "köprü ve yol yapımı"nın "demokrasinin kalitesi"nden daha önemli olduğu tezinin yaygın kabûl görmesine yol açmıştır.
Bu kabûlün düşünsel arkaplanında 1930'lu yıllardaki Türk seçkinlerinin varsaydığı gibi "estetik" modernliğin toplumsal modernliği getireceği, bunun ise uzun vâdede daha demokratik bir yapının ortaya çıkışını sağlayacağı düşüncesi ya da bâzı modernleşme kuramcılarının Tayvan ve Güney Kore örnekleri üzerinden savundukları ihracat hedefli üretime yönelme ve ekonomik gelişmenin demokratikleşmeye yol açacağı tezi vardır.

Hiyerarşiyi yıkmak

On dokuzuncu yüzyılda Karl Marx'ın da dahil olduğu düşünürler tarafından "endüstrileşme" ile ilintilendirilen "modernleşme" sanayileşme sonrası bilgi toplumlarında bu bağlantıdan bağımsız hale gelmiştir. Bunun da ötesinde içinde yaşadığımız postmodern gerçeklik "modernleşme" benzeri bir hedefi bütünüyle anlamsızlaştırmıştır. Buna karşılık Türkiye'de "kalkınma" benzeri kavramsallaştırmalar aracılığıyla bu bağlantı muhafaza edilmektedir. Karşıt modernlik yaklaşımı da anakronik "yaşam tarzı modernliği" üzerinden bu hiyerarşiyi sürdürmeye gayret etmektedir.
On dokuzuncu asır dünyasında anlamlı gözüken, yirminci yüzyılda belirleyicilik ilişkisi çerçevesinde sürdürülen bir hiyerarşi günümüzde sadece anakronik hale gelmekle kalmayarak toplumsal zeminini de yitirmiştir. Dolayısıyla "nasıl tanımlanırsa tanımlansın" modernleşme ile demokrasi arasında birincisinin ikincisinin üzerinde yer aldığı ya da birincisinin ikincisinin yaratılması için zorunlu olduğu temelinde bir hiyerarşinin yaratılması "demokrasi"nin önemsizleştirilmesi dışında bir amaca hizmet etmemektedir.
Dolayısıyla Türkiye'nin çok uzun süredir farklı biçimlerde tanımlayarak temel bir hedef olarak yaklaştığı "modernleşme" kutsamasını bir kenara bırakması gerekmektedir. Bu, farklı tanımlar aracılığıyla "modernleşme" ile özdeşleştirilen ekonomik gelişmenin önemsiz olduğu anlamına gelmez. İktisadî gelişme her toplum gibi Türkiye'nin de önceliği olmalıdır. Ancak tıpkı bir diğer modernleşme kavramının altyapısını oluşturan "yaşam tarzı" gibi ekonomik gelişmenin de bir belirleyici olarak değil bağımsız biçimde değerlendirilmesi gerekmektedir. Onun aksi biçimde kavramsallaştırılmasının "otokratik modernleşme"nin önemli bir seçenek haline gelmesine neden olduğu unutulmamalıdır. Global ölçekte geçerli olan bu tespitin en iyi örnekleri ise şüphesiz Tanzimat sonrasındaki geçmişimizde bulunabilir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA