Modernlik sonrası toplumları "geçmiş" ile "güncel" arasındaki ilişkiyi devamlılık ve belirleyicilik temelinde inşa etmişlerdir.
Reinhardt Kosseleck'in "tarihsel zaman" kavramsallaştırması ile vurguladığı gibi modernliğin ürettiği ve söz konusu ilişkiyi sağlayan "tarih," bir "gerçeklik deposu" olmayıp bir "söylem"dir.
Toplumumuzda "geçmiş" ile "güncel" arasındaki köprüyü kuran "söylem" işlevi gören "tarih"in en önemli hususiyetlerinden birisi de ezelî bir "mağduriyet"i tesis etmeye çalışmasıdır.
Bu söylemin öznesi ise sürekli biçimde "haksızlıklara uğrayan," "aleyhine komplolar kurulan" ve "parçalanmak isteyen" bir yapı olmaktadır. Bu söylem kendi merkezli bir anlatım geliştirerek söz konusu "komplo" ve "parçalama" girişimlerini dünya tarihinin de değişmeyen gündemi olarak kavramsallaştırmaktadır.
Farklı zaman dilimlerine geri taşınarak oradan günümüze ulaşan bir çizgiyi üreten bu "söylem/tarih," genellikle Birinci Dünya Savaşı'nı başlangıç noktası olarak alan "ezelî" bir süreci inşa etmektedir.
Bu yaklaşıma göre Birinci Dünya Savaşı'nın temel nedeni ve amacı "Osmanlı Devleti'nin parçalanma ve paylaşılması" olmuş, bunu gerçekleştirmeye fazlasıyla yaklaşan "düşmanlar" son anda başarısızlığa uğramış- lar, buna karşılık emellerinden vazgeçmemişlerdir.
Günümüzde varolan sorunlarımızın temel kaynaklarından birisi de bu kendini sürekli biçimde yeniden üreten ve sonu gelmeyen süreçtir.
Birinci Dünya Savaşı ve bu büyük çatışma sırasında gerçekleşen olayların yüzüncü yıldönümleri nedeniyle sıklıkla gündeme getirilen bu yaklaşım bir tarih metodolojisi sorunu olmanın oldukça ötesine geçerek derin toplumsal etkiler yaratmaktadır.
Temmuz krizi bağlamı
Dünyadaki yerimiz ve ilişkilerimizi özgün ve sonu gelmeyen bir "mağduriyet" sarmalı üzerinden açıklayan bu yaklaşıma karşılık 1914 Temmuz Krizi sırasındaki koşulların değerlendirilmesi yaratılan kurgunun yaşanan gerçeklikle bağdaşmadığını ortaya koymaktadır.
Diğer bir ifadeyle, "Osmanlı paylaşımı" iki büyük Avrupa ittifakı arasında başlayan çatışmanın temel nedenlerinden birisi değildir. Bu değişik güçlerin Osmanlı devleti üzerinde emelleri bulunmadığı anlamına gelmez.
Benzer şekilde 1915 "İstanbul Anlaşması" ile başlayarak 1916 Sykes-Picot-Sazonov uzlaşması ile süren ve harp içinde en önemlisi Bolşevik İhtilâli olan gelişmeler çerçevesinde düzeltilen ve savaş sonrasında önemli değişikliklere uğrayan "paylaşım planları" da "çatışmanın temel amacının Osmanlı'nın sona erdirilmesi ve topraklarının dağıtımı" olduğunu kanıtlamaz.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Temmuz Krizi sırasında Osmanlı Devleti'nin konumunun değerlendirilmesi gereklidir. 1914 yılının Saraybosna suikastına kadar geçen dönemi Osmanlı Devleti'nin sorunlarını çözme konusunda uluslararası arenada attığı önemli adımlara sahne olmuştur.
Balkan Savaşları sonrasında "Doğu Meselesi" en azından "ahlâkî bir sorun" olarak sona ermiştir. Ermeniler dışında kalan Hıristiyan Osmanlı anâsırı için girişimlerde bulunulması artık Avrupa kamuoyunda bir temel gündem maddesi oluşturmuyordu.
1914 yılı Şubat ayında Rus baskısı altında Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu içine alan geniş bir alanda uygulanacak bir reform projesini kabûl eden Osmanlı yönetimi, adı böyle konulmamakla birlikte fiilen Ermeni ıslahâtını başlatmış ve oluşturulacak iki geniş bölgeye Avrupalı valilerin atanmasına rıza göstermişti.
Temmuz Krizi başladığında bu süreç hızlı biçimde ilerlemekte idi.
Benzer şekilde Osmanlı Devleti'nin en önemli sorunu olma niteliği taşıyan Arabistan Yarımadası'ndaki ihtilâflı bölgeler de İngiltere ile varılan 1914 Anglo-Turkish Convention çerçevesinde halledilmişti.
Haziran ayında sultan tarafından onaylanan bu anlaşma, yarımadada Britanya himayesine girmiş olan Kuveyt, Katar benzeri stratejik bölgelerin ve bir "İngiliz nüfûz sahasının" tanınmasına karşılık Necd başta olmak üzere fiilen Osmanlı kontrolünde olmayan alanların İstanbul'dan yönetilmesinin kabûlünü sağlıyordu.
Bu anlaşma yarımadanın paylaşımının yanı sıra gümrük tarifelerinden Dicle ve Fırat üzerinde ulaşımın nasıl yapılacağına ulaşan bir alanda Osmanlı Devleti ile Britanya arasındaki sorunları sona erdiriyordu.
Osmanlı Devleti bu uluslararası hamlelere ek olarak milliyetçi programlar izleyerek merkezle yükselme eğilimi gösteren çatışmalar içine girmiş olan değişik etnik grup örgütlenmeleri ile de uzlaşma girişimleri başlatmıştı.
Örneğin 1913 yılında Paris'te Arap Kongresi'ni toplayan muhalifler ile başlatılan çözüm süreci Temmuz Krizi öncesinde önemli ilerlemeler kaydetmişti.
Neden parçalayacaklardı?
Dolayısıyla Doğu Meselesi'nin sona erdiği bir ortamda, Hıristiyan unsurların büyük bölümü ile Avusturya-Macaristan ve İtalya tarafından desteklenen Arnavutların imparato rluktan ayrıldığı, Ermeni ıslahât programını uygulamaya koymuş, Britanya ile bölgesel sorunlarını çözmüş ve etnik milliyetçilikler ile uzlaşma süreçleri başlatmış bir Osmanlı devletinin parçalanarak "sona erdirilmesi" 1914 Temmuz Krizi öncesinde kimsenin arzulamadığı bir gelişme idi.
Bu, Rusya'nın Boğazlar üzerinde beslediği emeller benzeri stratejik tehditlerin bütünüyle ortadan kalkmış olduğu anlamına gelmez.
Britanya'nın 1907 sonrasında bu emellere eskisi kadar muhalefet etmediği de doğrudur. Ama 1915 yılının zor koşullarında bile Churchill'in Boğazlar bölgesinin Rusya'ya terkine ne kadar direndiği göz önüne alınırsa bunun kolaylıkla gerçekleşmeyeceği açıktı. Ayrıca Boğazlar üzerine mevcut Rus arzularının bir şekilde tatmin edilmesi de Osmanlı Devleti'nin tamamen dağıtılmasını zorunlu kılmıyordu.
"Dünya düşmanımız" mıdır?
Osmanlı Devleti temel amacı "onun paylaşımı" olmayan bir savaşa kendi tercihi neticesinde dahil olmuştur. Doğal olarak Osmanlı katılımı savaşın en önemli paylaşım alanını ortaya çıkartmış ve bunun nasıl yapılacağı üzerine 1915 ilâ 1920 yılları arasında değişik senaryolar kaleme alınmıştır. Ancak bu planları tetikleyenin "ezelî paylaşım düşüncesi" değil, Osmanlı Devleti'nin "savaşa girmesi" olduğu unutulmamalıdır.
Harp süresinde Osmanlı yöneticileri de benzer genişleme planları yapmışlardır.
Tarihin bir "söylem" olduğunu göz önüne aldığımızda geliştirdiğimiz "egemen söylem"in mağduriyet temelli ve kuşatılmışlık vurguları güçlü bir anlatı olduğu ortadadır.
Dolayısıyla dünyaya bakışımızı fazlasıyla olumsuz biçimde etkileyebilen bu "söylem"i tarihsel bağlamları gerçeğe daha uygun biçimde yorumlayarak değiştirmek zannedilenin ötesinde bir önemi haizdir..
Kendisini parçalamak fikrinden asla vazgeçmeyen düşmanlarla boğuşan bir yapının sonu gelmeyen mağduriyetlerini dile getiren egemen tarih söylemimiz en önemli sorunlarımızdan birisidir