"Osmanlıca" öğretilmesi tartışması "dil sorunumuz"un bağlamından çıkarılarak ele alınmasına yol açtı. Bunun sonucunda "Arap alfabesine dönülerek," "Türkçe"nin yerini "Osmanlıca"nın alacağı benzeri tezlerin dile getirildiği münakaşa kavram kargaşasına dönüştü.
Alfabe ve ilericilik
Her şeyden önce "dil sorunumuz"un alfabeden bağımsız incelenmesi gerekmektedir.
Diller farklı alfabelerle yazılabilir. Örneğin Türkçe, Arap alfabesinde bulunmayan "p, ç, j ve kef-i Farsî" harflerinin eklenmesiyle oluşturularak uzun süre kullanılan alfabeyle yazılabileceği gibi diğerleri ile de kaleme alınabilir.
Misâller verecek olursak, Evangelinos Misailidis'in Atina'da yayınlanmış bir romandan uyarlayarak kaleme aldığı Temâşâ-i Dünya ve Cefakâr ü Cefakeş Yunan harfleriyle yazılmıştır.
Hovsep Vartaryan'ın, edebiyat tarihçilerinin ilk Osmanlı romanı olduğunu savundukları Akabi Hikâyesi ise Ermeni harfleri ile yayınlanmıştır.
Uzmanlar on dokuzuncu asırda otuz civarında Ermeni harfli Türkçe dergi neşrolunduğunu belirtmektedir.
Kafkasya ve Orta Asya Türk kavimleri ile Gagavuzlar ise uzun süre Kiril alfabesini kullanmışlardır.
Dolayısıyla 1928 öncesinde kullanılan alfabenin "Araplık" vurgusu üzerinden "ilericilik- gericilik" bağlamında tartışılması anlamsızdır.
Alfabeler son tahlilde birer "araç"tır.
Bir alfabenin "ilerici" diğerinin "gerici" ya da birisinin "asrî" öbürünün "çağdışı" olması mümkün değildir. Bu benzetmeler diğer araçlara, örneğin kerpeten ve mengeneye "ilericilik" ya da "gericilik" atfedilmesinden farklı değildir.
Bunun yanı sıra Batı ülkelerinde yaygın biçimde kullanılan Latin alfabesine geçişin Batı medeniyeti ile daha uyumlu bir toplum yaratacağı tezi de temelsizdir. İbranî alfabesi kullanan İsrail bu uygarlık ile Latin alfabesine sahip pek çok ülkeden daha fazla eklemleşmiştir.
Benzer şekilde Latin alfabesi kullanan Arnavutlar değil Yunanlılar Batı medeniyetinin kurucusu olarak görülmektedir. Bu nedenle tartışmamızın "alfabe"ye yüklenen değerler ve semboller üzerinden yapılması bizi yanlış istikamete götürür. Alfabeler için önemli olan onlar aracılığıyla yazıya dökülen dile ne denli uygun oldukları, işlevsellikleridir.
Batı Türkçesinin dönüşümü
Dolayısıyla sorunumuz Türkçenin 1928 öncesinde farklı bir alfabeyle yazılmış olması değil, onun bilhassa 1930'larda ivme kazanan ve Güneş Dil Teorisi gibi anlamsızlık rekoru kıran kuramlar çerçevesinde doğal olmayan bir dönüşüm geçirmiş olmasıdır. Dönem milliyetçiliği bu çerçevede "arındırma, temizleme, ulusa ait olmayanı olanla ikame etme" iddiasıyla dil üzerinde kapsamlı bir operasyona girişmiş ve Geoffrey Lewis'in ifadesini kullanacak olursak "katastrofik bir başarı" sağlamıştır.
Dönemin rejimi, aşırı milliyetçi karakterli ve bilhassa Arapça ve Farsçaya ilişkin yorumlarında ırkçı vurgular taşıyan bu operasyonla "neolitik çağda uygarlığın temellerini atan proto Türkler" ile 1930'lar Türkiyesi arasında kara bir delik olarak görerek paranteze almaya çalıştığı Osmanlı tarihi gibi "Osmanlıca" olarak adlandırdığı dili de ortadan kaldırmayı hedeflemiştir.
Bu çerçevede yaygın kullanıma karşın bu dili "Osmanlıca" olarak adlandırmanın yanıltıcı olduğu vurgulanmalıdır. Lehçe-i Osmanî ve Kavâid-i Osmaniye benzeri eserlerde "Osmanlıca" ifadesi kullanılmışsa da lisanın aslen Türkçe olduğu vurgulanmıştır. "Osmanlıca" bu bağlamda Türkçenin bir kolunun uzun bir süreç sonrasında aldığı yeni şekle vurgu yapmak için kullanılmıştır.
Nitekim 1876 Kanun-i Esasîsi, Eğinli Said Paşa'nın girişimiyle "Türkçe"nin devletin resmî lisanı olduğunu vurgulamış, Şemseddin Sami Fraşeri ise Kamus-i Türkî'de "Osmanlıca nâmıyla şöhret bulan" lisanın "Garb Türkçesi" olduğunu belirtmiştir. Buna karşılık 1935'te Osmanlıcadan-
Türkçeye ve Türkçeden Osmanlıcaya cep kılavuzlarının yayımıyla "Osmanlıca" ayrı ve yabancı bir lisan olarak kavramsallaştırılmıştır.
Dil milliyetçiliğinin en aşırı örneklerinden birisi olan Türk Dil Devrimi kısa süre içinde halktan kopuk seçkinlerin yazı dili olarak kavramsallaştırdığı "Osmanlıca"nın yerine tarama faaliyeti ile üretilen kelimeler aracılığıyla yeni bir Türkçe yaratmıştır.
Bu yeni lisan eskisine kıyasla çok sınırlı bir kelime hazinesine sahip olmuştur. İlginç olan Macarcadan Yunancaya, İtalyancadan Fransızcaya kadar pek çok lisandan sözcük almış olan Batı Türkçesinde bu süreçte öncelikli olarak Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin elenmesidir.
Örneğin "anahtar, fantezi, fener, liman, mermer, temel" benzeri Yunanca kelimeler muhafaza edildikleri gibi bunlardan yeni kavram ve metaforlar üretilmiştir. Benzer şekilde on sekizinci asır sonundan itibaren dile giren çok sayıda Fransızca kelime de kullanımda kalmıştır.
Burada genellikle düşülen hata "arındırma" yoluyla lisanı fakirleştirmenin milliyetçi ve popülist yaklaşımlar çerçevesinde meşrulaştırılmasıdır.
Bu süreçte sadece divan şiirinde kullanılmış ağdalı metaforlar ve imparatorluk bürokrasisinin hiyerarşik hitap klişeleri değil soyut kavramsallaştırmaları ifade için kullanılan çok sayıda kelime de kaybedilmiştir.
Bu gelişmeyi "halk bunları bilmiyordu" tezi çerçevesinde meşrulaştırmak hatalıdır. Her toplumda avam ve havass farklı diller kullanır.
Bu doğaldır; örneğin bir felsefe çalışmasının ya da bir tefsîrin beş yüz kelimelik bir dağarcıkla yazılması mümkün değildir. Günümüzde de köy kahvesinde "aşkıncı değerler üzerinden kavramsallaştırma" benzeri bir ifade dile getirildiğinde bunun pek çok kişi tarafından anlaşılmaması doğaldır. Ama bu söz konusu kelimeleri dilden atmamızı, kullanımlarını yasaklamamızı gerektirmemektedir.
Dönüş mümkün mü?
Bu "devrim"in dilimizi fakirleştirmenin yanı sıra onu gerçekleştirenlerin hedeflediği kültürel kopukluğu yarattığı ortadadır.
Ancak "devrim" savunucularının, "Araplaşacağımız" dehşetine kapılanların korkmasına gerek yoktur.
Katastrofik başarıdan geriye dönüş mümkün değildir.
Yapılabilecek olan 1928 öncesinde kullanılan alfabeyi öğreterek basılı kolay metinlerin sökülebilmelerini sağlamanın ötesine gidemez.
Üniversite mezunlarının on senelik eğitim sonrasında yabancı dilde basit cümleler kuramadığı bir maarif sisteminde bunun ne düzeyde yapılacağını tahmin etmek de zor değildir.
Batı Türkçesi ırkçı vurgular taşıyan bir dil milliyetçiliği elinde farklı ve zenginlikten yoksun bir lisana dönüşmüştür. Doğal olmayan bir süreçte kaybedilen eski lisanı, doğduğu, geliştiği bağlamlar ve evrimleri yeniden üreterek canlandırmak ise ne yazık ki imkânsızdır.
Dil milliyetçiliği ve popülizmin kurbanı olan eski dili canlandırmak mümkün değildir. Bu nedenle katlandığımız maliyet ise derin bir kültürel kopukluktur