Geçen hafta her türlü "farklılık"ı sorunlaştıran, kimin "ne olduğunu" dayatan bir ideolojinin aşılmasına karşılık, "farklılığın" tanımlanmasının kendilerini "farklı" görenlere bırakılmasının açılacak bir Pandora kutusu olarak görülmesini ele almıştık.
Yazımızd a da belirttiğimiz gibi bu konuda eyleme geçilememesinin iki temel nedeni bulunmaktadır.
Yeni dayatma endişesi
Bu nedenlerden birincisi "kendilerini farklı görenlerin" farklılığı çoğulcu yollarla tanımlayamayacaklarının düşünülmesidir.
Resmî ideolojinin dayatmaları "farklılık"ı korumak isteyenlerin kendi aralarında açık tartışma yapmalarını önleyerek daha radikal tanımlamalar yapma eğilimi taşıyanları ön plana çıkartmıştır. Korkulan, bu nedenle "farklılık"ın resmî ideolojininkine benzer şekilde tanımlanmasıdır. Başka bir ifade ile "farklı"lar içinde resmî ideolojinin dayattıklarının "karşı tezi" niteliğinde tanımlar yapacak kesimlerin egemenliğinden korkulmaktadır.
Örneğin, Kürtleri "etnik kökenleri ve dilleri ile ilgili gerçeklerin bilincinde olmayan Türkler" olarak tanımlayan resmî ideolojinin yerini onları Türkiye tasavvurundan tamamen kopuk biçimde tanımlayacak bir yaklaşımın almasından endişe duyulmaktadır.
Benzer şekilde Alevileri, "rafineleşmemiş halkislâmı âdetlerini benimseyen Müslümanlar" şeklinde tanımlayan dayatmacı tutumun, onları "İslâm ile ilişkisi olmayan" bir inancın sahipleri olarak kavramsallaştıracak bir tanımla ikamesinden çekinilmektedir.
Bu endişeler temelsiz değildir. Resmî ideoloji dayatmaları farklı topluluklar içinde radikal eğilimleri güçlendirmiştir.
Ancak bu nedenle çoğulcu yolla tartışma yapmaları engellenmiş topluluklara kendilerini tanımlama imkânının verilmemesi anlamlı değildir.
Burada düşülebilecek önemli hata "tanımlar" değil "tanım" olacağının düşünülmesidir. Uzun süre "kimin ne olduğu" alanında tartışılmaz "tanım"lar geliştirilmiş ve farklı yorumlara izin verilmemiş bir toplum, bu alanda "farklılaşma"lar olabileceğini düşünememektedir. Örneğin, Kürtler ve Alevileri çoğunluk değerleriyle tanımlama yerine bu işlemin onlar tarafından yapılmasına izin verildiğinde bu toplulukların demokratikleşmesine katkıda bulunulduğu gibi "tanım" değil "tanımlar"ın ortaya çıkmasının da önü açılacaktır. Bu grupların tanımlamayı çoğulcu biçimde üretmelerindeki zorluklar nedeniyle bunun devlet tarafından "çoğunluğun" değerleri üzerinden yapılmasının sürdürülmesi, sadece bu topluluklar içinde tekelciliği teşvik etmeyecek, aynı zamanda toplumun genelinin demokratikleşmesine de sekte vuracaktır.
Kolektif haklar
Türkiye'de "farklılık"ın "farklılar" tarafından tanımlanması konusunda duyulan tereddütlerin ikinci ve aslî nedeni ise bunun mevcut kimlik siyasetini daha da körükleyerek, grup temelli "tanınma" ve "kolektif hak" taleplerini tetikleyeceği düşüncesidir.
Revaç bulan algı böylesi taleplerin süreç içinde ülkenin bölünmesine yol açacağıdır. "Farklılık"ın tanınmasının "eşit vatandaşlık" ve "özgür birey" temellerinde reddinin cumhuriyetçilik, liberalizm ve Aydınlama ile ilişkilendirilen kökleri vardır.
Stanislas de Clermont-Tonnerre'in "vatandaş ve birey olarak tüm haklarını alacak" ama "kolektif olarak hiçbir hakkı bulunmayacak" topluluklar tezinde özetlenen yaklaşım Fransız İhtilâli'nin benzerini gerçekleştirdiği iddiasında olan Erken Cumhuriyet liderlerinin de düşünce biçimi olmuştur. Bu yorum yapılırken Erken Cumhuriyet'in "vatandaşların haklarını ön plana çıkartan bir demos" yaratmakta da başarısız olduğu vurgulanmalıdır.
Cumhuriyetçiliğin yanı sıra liberal demokrasinin ancak "tek kültürlü bir ulus-devletle mümkün olabileceği"ni vurgulayan John Stuart Mill'den Dworkin'e ulaşan çizgide liberal kuram "grup hakları"na olumsuz biçimde yaklaşmıştır. Aynı şekilde Türkiye'de ne olduğu anlaşılmadan fetişleştirilen Aydınlanma da Kant'ın vurguladığı gibi olgunlaşan bireyin "grubu terketmesi"ni özgürleşmenin temel aşamalarından birisi olarak görmüştür.
Bu nedenle Türkiye'de cumhuriyetçi gelenek, etkisiz liberal muhalefet ve Aydınlanmayı anlamadan sahiplenen hareketler değişik düşünsel zeminlerde "kolektif tanınma" ve "hak talebi"ne karşı olmuşlardır. Bunlara ilâveten muhafazakârlığı din üzerinden tanımlayan düşünce akımları da böylesi yaklaşımları "ümmeti bölecek" talepler olarak kavramsallaştırmışlardır.
Dolayısıyla toplumun genelinde paylaşılan bu yaklaşım "farklı"ların kendilerini "tanımlamaları"na izin verilmesinin önündeki en önemli engel olmuştur.
Bölünme sendromu
Günümüzde "farklılık"ın tanınmasını "farklılar"a bırakmadan ve onları kolektif düzeyde muhatap almadan demokratikleşmemizi sürdürebilmemiz ve toplumsal barışı sağlayabilmemiz mümkün değildir. Bu gerçek ile kavga etmeyi bıraktığımızda bunun mutlaka "bölünme" ile neticelenecek bir süreç olmadığını da görmemiz zor olmayacaktır.
Will Kymlicka'nın ufuk açıcı Çokkültürlü Vatandaşlık (1995) çalışması sonrasında başlayan kapsamlı tartışma çokkültürlülük ile liberal demokrasi arasında savunulduğu gibi bir uyuşmazlık olmadığı, kolektif olarak tanınan gruplara verilen hakların siyasal yapıları bölme yerine onları daha güçlü hale getirebileceğini ortaya koymuştur. Bu tartışmanın konuyla yakından ilgilenmesi gereken Türkiye'de fazla yankı bulmaması ilginçtir.
Kymlicka'nın yaklaşımları, bilhassa "etnik" ve "millî" gruplar arasında yaptığı muğlâk ayrım, önemli eleştirilere neden olmuştur.
Buna karşılık günümüzde grup haklarının bölünmenin tam tersi bir işlevi yerine getirebileceği yaygın kabûl görmektedir. İspanya'da demokrasiye geçiş sonrasında yaşananlar bunun canlı kanıtını oluşturmaktadır. "
Biz"i farklılıklarla yaratmak
Türkiye'nin "farklılık" konusunda söylemden eyleme geçmesi alanında duyulan korkular anlamlı gerekçelere dayanmamaktadır.
Zannedilenin tersine bu nedenlerin arkasına sığınarak eyleme geçmemek toplumsal barış ve bütünlüğün korunması alanında büyük risklerin alınması anlamına gelmektedir.
Doğal olarak bu alanda "farklılık"larını korumak isteyenlerin de atması gereken adımlar vardır. "Hukukun egemenliği" kavramını popülerleştiren A. V.
Dicey farklılıklar barındıran yapılarla ilgili bir yorumunda bunların "vahdet (unity)"i değil "birlik (union)"i hedeflemelerinin gerekliliğine işaret etmişti.
İrlanda sorununun gelişimi, meselenin sadece Britanya bağlamındaki bir "birlik" ile çözüleceğini savunan Dicey'i şüphesiz hayâl kırıklığına uğratmıştı.
Kendi örneğimize dönecek olursak, "farklılığın" "farklılar" tarafından tanımlandığı, onların tanındığı ve haklarının reddedilmediği bir "birlik" i yaratmak temel hedefimiz olmalıdır.
Bunun için gerekli olan "biz" farklılıklar inkâr edilmeden de yaratılabilir.
Bunu yapmak yerine "farklılık"ı "çoğunluk" yaklaşımları üzerinden tanımlayan bir yaklaşım yeni bir logokrasi yaratarak kendimizi "söylemle" oyalamamız dışında bir yarar sağlamaz. Bu ise sadece demokratik Türkiye projesini gelecek kuşaklara bırakmamıza yol açmakla kalmaz, zihnimizden hiç çıkmayan "bölünme"nin yolunun taşlarını da döşeme anlamına gelir...
"Farklılık"ı "çoğunluk" yaklaşımları üzerinden tanımlamak yeni bir logokrasi yaratarak kendimizi "söylemle" oyalamamız anlamına gelir