Toplumumuz çarpıcı bir dönüşüm geçirmektedir. Bu süreçte içi boş logokratik söylem sorgulanmış ve çoğunluk "kralın çıplak olduğu," tektipleştirici resmî ideolojinin toplumu bir açık hava hapishanesinde yaşattığı üzerinde fikir birliğine ulaşmıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde Türkiye kapsamlı bir dönüşümün "söylem" aşamasını tamamlama yolunda önemli adımlar atmıştır. Buna karşılık eyleme geçilmesi alanında fazlasıyla ağır kalınmıştır. Bu ise dönüşümün kâğıt üzerinde kalması ile eşanlamlıdır.
"Farklılık"ı sorunlaştırmak
Türkiye tektipleştirme hedefli resmî ideolojisi çerçevesinde uzun süre her türlü farklılığı reddettiği için "olgu"ları "sorunlaştırma" eğilimi taşımıştır. "Gayrımüslimler," "Kürt"lük, "Alevi"lik, "başörtüsü takan kadınlar" benzeri "olgu"lar bu bağlamda sorunlaştırılmıştır. Diğer bir ifadeyle, resmî ideoloji nazarında "farklılık" "sorun" ile eşanlamlı olmuştur.
Bunun temel nedeni söz konusu ideolojinin Osmanlı çöküşünü "farklılık"a bağlayarak, onun kalıntıları üzerine inşa etmeye çalıştığı ulus -devleti her alanda "türdeş" kılmaya çalışması ve yeni bir dağılmanın ancak "resmî tezlerin kalıpları içinde kaynaştırılmış bir kitle" yaratılmasıyla önlenebileceğini varsaymasıdır.
Bu nedenle resmî ideoloji bir yandan farklılık iddiasından vazgeçenlere açık, onların kendileri olmaktan vazgeçerek katılabilecekleri kimlikler inşa ederken, öte yandan da "Cumhuriyet kadını" benzeri ideal tipler aracılığıyla "aykırılıklar"ı törpülemeye çalışmıştır.
Söz konusu kimlikleri benimsemeyerek ya da ideal tipleri örnek almayarak "farklılık"ı korumaya gayret edenler ise "sorun" olarak sınıflandırılmış ve "çözülmeye" çalışılmıştır.
Bunun yolu ise gereğinde zor kullanarak farklılığı "görünmez kılmak" olmuştur.
Bu açıdan bakıldığında "Kürt," "Alevi," "başörtüsü" benzeri "sorun"lar her türlü farklılığı tehdit olarak algılayan bir ideoloji tarafından yaratılmış ya da değişik biçimlere sokularak tırmandırılmıştır.
Ne olduğunuzu ben söylerim
Bu ideoloji bununla da kalmayarak "farklılık" iddiasını ileri sürenlere öyle olmadıklarını ispatlamayı temel hedeflerinden birisi olarak görmüştür.
Örneğin resmî söylemde Kürtler, "etnik kökenleri ve dilleri ile ilgili gerçeklerin bilincinde olmayan Türkler," Aleviler, "rafineleşmemiş halkislâmı âdetlerini benimseyen Müslümanlar," başörtüsü takanlar ise "İslâmiyetin özünü anlayamayan, aydınlatılarak özgürleştirilecek kadınlar" olmuşlardır.
Burada önemli olan tektipleştirici ideolojiyi kutsayan devletin, "Ben Yahudi olduğunu söylüyorsam öylesindir" diyen Viyana Belediye Başkanı Karl Lueger'i andıran bir tonda "kimin ne olduğunu tanımlama" tekeli yaratarak bunu dayatmasıdır. Bu çerçevede Kürtlerin "kimliği"ni, Alevilerin "inancı"nı, baş örtmenin "dindarlık ile ilişkisi"ni Kürtler, Aleviler ve başörtüsü takanlar değil "devlet" tanımlamıştır.
Söylem değişikliği
Türkiye son dönemde "farklılık"a yaklaşım alanında büyük bir dönüşüm yaşamıştır. Olgularla kavga ederek onların "varolmamalarının gerektiği"ni savunan resmî söylem büyük ölçüde terkedilmiştir. Bu şüphesiz son derece önemli ve on beş yıl öncesinde düşünülmesi dahi zor olan bir gelişmedir.
Bu süreçte yeni "ideal tipler" yaratma eğilimleri belirmiş, ancak görece demokratikleşme resmî ideolojinin güçlü rol modellerinin değişik şekillerde yeniden üretilmesini engellemiştir.
Toplum "farklılık"ın olağanlığını, Türkiye ahalisinin sadece neolitik çağda dünya uygarlığını kuran "proto Türkler"in batıya göç eden torunlarından oluşmadığını, farklı inanç biçimlerinin varolabileceğini, "öğretmen" ya da "kadın"ın davranışları rejim ve ideolojisi tarafından belirlenen bireyler olmadığını kabûllenmiştir.
Buna karşılık "kimin ne olduğunu tanımlama" konusundaki değişim sınırlı olmuştur. Olgularla kavga etmeyi terkeden devlet, farklı olduğunu kabûl ettiği toplulukları tanımlama alanında geri adım atmış, buna karşılık onların kendilerince tanımlanmalarına açılacak bir Pandora kutusu olarak yaklaşmıştır.
Burada sorun devletin tarafsız bir konum almak yerine çoğunluğun temsilcisi olmayı tercih etmesidir. Bu, resmî ideolojinin "en fazla müsaadeye mazhar azınlığı"nın dayatmalarına nazaran daha olumlu bir yaklaşım gibi görülebilirse de, son tahlilde, "sorunlaştırma" sarmalını kıramamakta ve farkında olmadan yeni bir hiyerarşi yaratmaktadır.
Örneğin, Kürt ve Alevilerin "farklılığı"nın kabul edilmesi on beş sene evvel bu konuda benimsenen söylem gözönüne alındığında son derece önemli bir adımdır. Ancak bu "farklılıklar"ın sırasıyla Türk ve Sünnî çoğunluğun değerleri üzerinden tanımlanması "sorunlaştırma" sarmalının çözülmesine engel olmaktadır.
Tekrar altı çizilmesi gerekirse mesele sadece "farklılık"ın kabûlü ve onun "hoşgörülmesi" ile çözülemez.
Bu, tektipleştirici ulus- devlet ideolojisinin şekillenmesi öncesinde de varolan bir yaklaşım idi ama çok sayıda "sorun" oluşmasının önüne geçemiyordu; güncel "sorun"ların bir bölümünün kökleri bu geçmiştedir. Olguların "sorunlaşması"nı engelleyecek olan "farklılık"ın "ana akım" ile eşitlenmesi ve devletin ona "farklı olduğu için farklı" davranmamasıdır.
Dolayısıyla söz konusu sarmalın kırılması "farklılık"ın kendisini "farklı" görenler tarafından tanımlanmasının mümkün kılınmasıyla kalınmayıp, onun kendisini eşit biçimde ifadesi, üyeleri ile toplumun geri kalanını kendisi hakkında özgürce bilgilendirmesinin sağlanması ile sağlanabilir. Bu yapılırken de devletin tüm gruplara eşit mesafede bir konum alması gereklidir.
Bir örnek yardımıyla yaklaşacak olursak "Alevilik"in "ne olduğu"nun tanımı onu inanç olarak benimseyenlere bırakılmalı, bu kişilerin inançlarını çoğunluk mensuplarıyla eşit biçimde yaşayabilme, onu serbestçe ifade edebilme ve tanıtabilmelerine imkân verilmelidir.
Eyleme geçebilme
Türkiye büyük bir dönüşümün önemli bir aşamasındadır. Eylem aşamasına geçilememesi durumunda, söylem değişikliği, toplumdaki tansiyonu azaltabilecek buna karşılık "sorunlaştırma"nın önüne geçemeyecektir.
Söylem değişimini gerçekleştiren Türkiye'nin bunu hayata geçirememesinin iki temel nedeni bulunmaktadır.
Bunlardan ilki "farklılık"ın tanımlanmasının kendilerine bırakılacağı toplumsal grupların bunu "demokratik" biçimde yapmasının zor olduğunun düşünülmesidir.
İnkâr temelli, "ne olduğunu ben söylerim" yaklaşımını yansıtan siyaset ve uygulamalar, "farklılık"ı korumak isteyen toplumsal grupların demokratik tartışma imkânlarına ağır darbeler vurmuş, "farklılık"ın grup içinde çoğulcu biçimde tanımlanmasını zorlaştırmıştır.
Söylemin hayata geçirilmesi yolunda gösterilen tereddüdün ikinci ve daha etkili nedeni ise bunun "resmî tanınma" anlamına gelerek kolektif hak taleplerini tetikleyeceği ve böylece toplumu böleceği varsayımıdır.
Bu kaygılar gelecek yazıda değerlendirilecektir.
Sorunlaştırdığımız "farklılıklar"ın varlığını kabul etmemiz, olgularla kavga etmekten vazgeçmemiz anlamlı ve gerekli adımlar olmalarına karşılık, bu yolla yarattığımız meseleleri çözme konusunda "yeterli"değildir