Türkiye'de her tarihî devamlılık vurgusu altında "neo-Osmanlıcılık" arayan, her emperyalizm eleştirisinde ise "İslâmcılık" bulan bir kesim mevcuttur. Bu kesime mensup literati "Modern Ortadoğu'yu I. Dünya Harbi şekillendirdi" benzeri bir tespiti dahi "Osmanlıcı Oryantalizm" olarak yaftalamakta ve bunu, bölgeyi "yeniden sahiplenme" amaçlı bir yaklaşımın tezahürü olarak görmektedir. Onlara göre I. Dünya Savaşı sonrasında bölgeye dayatılan düzeni eleştirmek "İslâmcı" bir yaklaşımdır.
Yaklaşık üç yıl önce yayınlanan "Sykes-Picot ve Sevres Sendromları ve Kapalı Toplum" (11 Aralık 2011) başlıklı yazımızda da dile getirmeye çalıştığımız gibi günümüzün tüm sorunlarını I. Dünya Savaşı sonrası paylaşımı çerçevesinde açıklamak anlamlı değildir.
Sınırlar aynı yapaylıkta mı?
Ancak bu anlamsız yaklaşımdan kaçınmak, Sykes -Picot -Sazonov anlaşmasının, uygulandığı biçimiyle, Ortadoğu'nun güncel sorunlarının oluşmasında oynadığı rolün küçümsenmesine neden olmamalıdır. Osmanlı Arap vilâyetlerinin I. Dünya Savaşı öncesinde sorunlu bölgeler olması, Batı emperyalizminin keyfemayeşâ şekillendirdiği Ortadoğu'yu dünyanın temel çatışma alanlarından birisi haline soktuğu gerçeğini dile getirmemize engel değildir. Tarih 1918 sonrasında durmamıştır; ama dayatılan düzen bölgenin modern tarihinin en "belirleyici" siyasal gelişmesidir.
Bunun ifadesi, Pax Ottomana'nın yeniden tesisi hülyâsının dile getirilmesi değil, bir "olgu"nun vurgulanmasıdır. Modern Ortadoğu'nun şekillenmesi üzerine en analitik çalışmayı kaleme alan James Gelvin de on dokuzuncu yüzyılda yaşanan büyük dönüşüm ve 1930'lar ile 1970'ler arasındaki sürecin "daha kapsamlı toplumsal değişimler yarattığına" işaret etmekte, buna karşılık I. Dünya Harbi'nin bölgenin "tarihindeki en önemli siyasal gelişme" olduğunu vurgulamaktadır.
Zikredilen literati Sykes-Picot düzeninin eleştirilmesini "Osmanlı'ya dönüş özlemi" olarak gördüğü için, Osmanlı dönemi sınırlarının da "doğal" olmadığını, "fetih" neticesinde şekillendiğini savunmaktadır.
Bu yaklaşımın temel sorunu "doğal sınır yoktur" düşünsel arka planı çerçevesinde tüm sınırların "aynı yapaylıkta" olduğunu ileri sürmesidir. Bu ise elimizdeki örnek açısından fazlasıyla anlamsız bir yorumdur.
Örneğin, 1918 sonrasında kurulan düzen, farklı demografik özelliklere sahip üç Osmanlı vilâyetinden yapay bir Irak devleti yaratmış, başına da Hicaz'dan kral getirmiştir. Aynı şekilde "Churchill hıçkırığı" benzeri iddiaları fantaziler olarak görsek bile bir İngiliz diplomatın tespitiyle "tarihî bir kaza" olan suni bir Ürdün devletinin kurulması, onun da başına Hicaz'dan kral getirilmesi, Cebel-i Lübnan'da dar bir saha için geliştirilmiş mezhep temelli yapılanmanın Beyrut vilâyetinin büyük bölümünü kapsayan geniş bir alana yayılması, daraltılan Filistin'in asrın en önemli sorununun merkezi haline getirilmesi, Osmanlı Kürtlerinin farklı ulus-devletlere "etnik azınlıklar" olarak dağıtılması bölge gerçekleriyle uyumsuz ve yeni sorunlara gebe bir düzen yaratmıştır. Bu "yapaylık" ile Akabe'den Basra'ya uzanan bölünmemiş bir alanın "yapaylığı"nın aynı olduğunu ileri sürebilmek mümkün değildir.
1918 sonrası düzeni bununla da kalmayarak kurduğu mandat rejimleri ile de "yapaylığı" artırmıştır. Suriye'de mezhep temelli azınlık diktatörlüğü yeni düzenin kollayarak kurumlarda egemen kıldığı kesimler tarafından kurulacaktır.
Osmanlı son dönemi
1918 sonrasında kurulan düzen, savaş öncesinde Osmanlı merkezi ile Arap çevre arasındaki ilişkilerin sorunlu olduğunun dile getirilmesine engel değildir. Yükselen Arap milliyetçiliği İttihadçı yönetimle çatışmaya girmiş, Paris'te toplanan 1913 Arap Kongresi adem-i merkeziyet temelli reformlar başta olmak üzere kapsamlı talepleri Osmanlı hükûmetinin önüne koymuştu. İttihad ve Terakki içindeki ılımlı kanat, Arap nüfusun yoğun olduğu vilayetlere Arapça bilen bürokratların atanması, devlet okullarında Arapça eğitim verilmesi benzeri reformları uygulamaya koyma kararı almış, Abdülhamid el-Zehravî benzeri liderleri önemli makamlara getirmişti. Harb-i Umumî ve Cemal Paşa'nın icraatı bu süreci tersine çevirmiştir.
1918 öncesi süreçte Osmanlı devletinin Arap vilâyetleri ile ilişkisinin "mezhep temelinde" belirlendiği doğru değildir. Örneğin, 1908 sonrasında merkez ile Basra'daki Şiî nüfûs arasında önemli köprüler kurulmuş, Şiî kültürel hareketi merkezin desteğiyle gelişmiş, el-İlm düzeyinde bir dergi yayınlanmaya başlanmış, Sünnî çevrenin kayıtsız kaldığı "cihad"a en büyük desteği Muhammed Kâzım Tabatabai Yazdî, Muhammed Taki el-Şirazî, İsmail el-Sadr (Musa el-Sadr'ın dedesi) benzeri Şiî âlimler vermişlerdir.
Benzer şekilde Yemen'de Zeydî İmam Yahya 1911 sonrasında Osmanlı tarafında yer alırken, Asir'de bir Sufî devleti kuran Muhammed Ali el-İdrisî merkezle amansız bir çatışma içine girmiş, Şerif Hüseyin ise 1916'da "Arap İsyanı"nı başlatmıştır.
Dolayısıyla 1908 sonrası dinamiklerinin on altıncı yüzyıla ait bilgilerle inşa edilmesiyle oluşturulan "Osmanlı'dan Saddam'a değişmeyen Sünnî siyaset" yaklaşımı anlamlı değildir.
I. Dünya Savaşı patlamasa Arap vilâyetlerinin merkezle ilişkisinin nasıl gelişeceği üzerine yorum yapabilmek kolay değildir. Zikredilen süreç, yerel yönetimlerin güç kazanacağı bir yapılanmaya yol açabileceği gibi, Balkanlar'dakine benzer bir kopuş ile de neticelenebilecekti. "Mezhep" ise savunulduğu gibi bu alandaki temel belirleyici olmayacaktı.
Tarih dondu mu?
Sykes- Picot Ortadoğusu bir "süreç"in değil, tepeden inme ve bölge sakinlerinin isteklerini dikkate almayan bir dayatmanın ürünü olmuştur.
Bu "olgu"yu dile getirmek, 1918 öncesinde Ortadoğu'nun bir "huzur vahâsı" olduğunu savunmak, "Osmanlı'ya dönüş"ü önermekle eşanlamlı değildir. Bu, son tahlilde, yirminci yüzyıl başı emperyalizminin kurduğu düzen ve oluşturduğu yapıların günümüz sorunlarının oluşumundaki payına dikkat çekmektir.
Bunu vurgulamak tarihin 1918 sonrasında "dondurulması" anlamına da gelmez. Dekolonizasyon ve Soğuk Savaş'tan İran Devrimi'ne uzanan gelişmeler, Arap milliyetçiliğinin aldığı değişik biçimler, bölgesel çatışma ve uluslararası müdahaleler Ortadoğu sorunlarının günümüzdeki şekillerine evrilmelerini derinden etkilemiştir.
Ancak Sykes-Picot sonrasında oluşturulan "düzen" ilk düğmenin yanlış iliklendiği yerdir. Bu olguyu vurgulamak "siyasal" bir tavır alış değildir.
Bu düzenin "Düğme yanlış iliklenmiş olabilir, Ortadoğu ahalisi de kafasını çalıştırsaydı" yaklaşımıyla savunulması ise "siyasal" bir konumu sahiplenmektir.