Atatürk'ün ölüm yıldönümleri, onun temel düşünce ve yaklaşımlarının ele alınmasından ziyade ezberlenmiş klişeler ve romantik karşıolgusalcı kurgulamaların tekrarına vesile olmaktadır.
Yaratılmasında Atatürk'ün önemli rol oynadığı bir kavramsallaştırma olan kurucu "felsefe" alanında da benzer bir durum geçerlidir. İlginç olan sadece "kurucu felsefe"nin muğlâklığı ve günümüz değerleri yardımıyla yeniden inşa edilmesi değildir.
Bu fazlasıyla muğlâk "felsefe;" "bilim, akıl, aydınlanma" benzeri kavramlar üzerinden yeniden üretilmektedir.
Bu, muğlâklığı artırmasına karşılık, anlamlı bir yaklaşımdır. Çünkü "kurucu felsefe" olarak adlandırılan bileşim, "bilim" ve "akıl" benzeri "büyük" kavramların yanında "siyaset"in "iktidar" dışında bir ayrıntı ve araç olduğunu varsaymıştır.
Bu ise bir "kurucu siyaset kuramı" boşluğu yaratmıştır. "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" vecizesi bilimci bir dünya görüşünü yansıtmasına karşılık bir yönetim ve siyaset tasavvuru içermez.
Dünya görüşü ve siyaset
Kurucu "felsefe" temelde iddialı bir "dünya görüşü" olması nedeniyle ortaya "kurucu, yol gösterici" bir siyaset metni çıkartmamıştır.
Tarihselleştirilemeyen cumhuriyet kurucusu, etrafında yaratılan şahıs kültü ile kutsanırken, "felsefe" olarak yüceltilen "dünya görüşü" de dinselleştirilmiştir. Buna karşılık 1924 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu başta olmak üzere "kurucu siyaset belgeleri," gereğinde değiştirilebilecek, "teknik hukuk metinleri" olarak görülmüştür.
Bir karşılaştırma yapılırsa "kurucu felsefe" Amerikan Anayasası'na benzer bir belge üretememiş, bir araç olarak gördüğü "siyaset"in nasıl yapılacağını belirleyen ve tartışan metinlerinin onun "temel tezler"ini yansıttığı da düşünülmemiştir.
Bu nedenle Türkiye'de kuruluş dönemi temel yasaları, hukuk tarihçileri dışında kimsenin ilgilenmediği ve Cumhuriyet'in dünya görüşünü anlamada esas alınmayan, "kurucu lider vecizeleri kadar ehemmiyet atfedilmeyen" belgelerdir. Benzer şekilde Âfet İnan tarafından yayınlanmasına karşın önemli bölümlerinin taslakları Atatürk tarafından yapılan Medenî Bilgiler çalışması da genellikle bir "yurttaşlık bilgisi" kitabı olarak değerlendirilmektedir.
Bu çerçeveden bakılacak olursa "siyaset ve yönetim kuramı oluşturma" kurucu "felsefe"nin temel amaçlarından birisi olmamıştır. Bu sadece ortaya çıkan metinlerin derinliği ile ilgili bir sorun değildir.
Örneğin 1924 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, Amerikan Anayasası gibi Aristo, Cicero, Locke ve Montesquieu'yü de kapsayan geniş bir yelpazedeki düşünürlerin tezlerini derinlikli biçimde işleyen bir metin olmaktan uzaktır.
Ancak önemli olan Cumhuriyet'in temel kanununun onun "dünya görüşü"nü yansıtan "ana kaynak" olmamasıdır. Bunun nedeni "kurucu felsefe"nin "toplumun yönetimi" konusunu "yeni dünya görüşü"nün hayata geçirilmesini sağlayacak bir "ayrıntı" olarak görmesidir.
Bu nedenle "siyaset" ve "yönetim" konusu "iktidarda kalma hedefi" dışında temel bir "amaç" haline gelmemiş ve sadece "söylem" düzeyinde ehemmiyet taşımıştır.
Örneğin "hâkimiyetin millete ait" olmasına "söylem" düzeyinde atfedilen öneme karşılık uygulamada "büyük değişim"in sağlanabilmesi için bunun bütünüyle bir kenara bırakılmasında sakınca görülmemiştir. "Kurucu felsefe"nin "siyaset"e biçtiği rol onun bu kurumu şekillendiren temel belgelerin korunması konusunda da itina göstermemesine neden olmuştur. Örneğin toplumun nasıl yönetileceğini belirleyen temel yasayı koruyacak, onu yorumlayacak bir "yüksek mahkeme"ye gerek görülmediği gibi 1924'ten itibaren ancak çok partili yaşama geçiş sonrasında değiştirilecek çok sayıda "anayasaya aykırı kanun" çıkarılmıştır.
Büyük tasavvur ve ayrıntılar
Bilimcilik temelli "kurucu felsefe" güçlü tarihselci yaklaşımıyla Marksizm gibi "insanlığın nereden gelerek nereye gittiğini" bilme iddiası taşımıştır.
Kozmosun oluşumundan Erken Cumhuriyet'e ulaşan zaman dilimini değerlendiren bu yaklaşım, insanlığın binlerce yıllık evrimini değerlendirerek toplumunu "bu uzun süreçte ulaşılan nokta" ile eklemleştirme, onun bu aşamanın gerisinde kalmasını önlenme benzeri "büyük" bir ideali sahiplenmiştir.
Bu idealin yaratılmasındaki temel yol gösterici ise Atatürk'ün tarihçi olduğunu düşündüğü H. G. Wells'in The Outline of History çalışması olmuştur.
Atatürk'ün ilgiyle okumakla kalmayarak hızla Türkçeye çevrilmesi emrini verdiği bu çalışma, 1941'e kadar okutulan ders kitaplarının temelini oluşturmuş, "hayat," "din," "ırk," benzeri kavramların "evrim"i ve "insanlığın serüveni" yeni nesle Wells'in tezlerine dayanılarak öğretilmiştir.
Burada ilginç olan Mustafa Kemal'in kitabın tamamından önce Türkçeye çevirterek dikkatle okuduğu ve Nutuk'ta atıfta bulunduğu "Tarihin Gelecek Aşaması" bölümündeki kehânetleri fazla romantik bulmasıdır.
Wells, "Bir tanrı olarak milliyetçiliğin kabile tanrılarının yanına gideceği," "insaniyet"e bağlılığın milliyetçiliğin yerini alacağı, "ortak bir inanç"ın yerleşik dinleri ortadan kaldıracağı bir dünyanın şekilleneceğini düşünüyor, geleceğin bir "federal dünya devleti"ne gebe olduğu kehânetinde bulunuyordu.
Kitabın insanlığın gelişimini anlatan bilimci yaklaşımını içselleştiren, pek çok yorumunu ona dayandıran Atatürk'ün eserin dile getirdiği gelecek tasavvurunun kısa vâdede gerçekleşmeyeceğini düşünmesi ilginçtir.
Oluşumunda Atatürk'ün belirleyici olduğu kurucu "felsefe" yakın gelecekte milliyetçiliğin belirleyici olacağı, dinlerin zemin kaybetmekle birlikte ortadan kalkmayarak bilimle çatışmayı sürdüreceği, Sosyal Darwinist anlamda "güçlü olanın yaşamını sürdürebileceği" bir dünya tasavvuru geliştiriyor, Türkiye'yi buna hazırlamanın gerekli olduğunu düşüyordu.
Bu şüphesiz Wells'in romantik tezlerinden daha gerçekçi bir yaklaşımdı.
Burada önemli olan "kurucu felsefe"nin yarattığı bilimci tasavvurun "temel" sorunsalının "toplumun nasıl yönetileceği" olmamasıdır.
Bu kapsamlı ve toplumu "insanlığın binlerce yıl süren evrimi neticesinde ulaştığı nokta ile uyumlu hale getirme" amaçlı tasavvur için "siyaset," "demokrasi," "temsil," "hukuk devleti" benzeri kavramlar, "söylem ötesinde" önem taşımayan ayrıntılar idi.
Erken Cumhuriyetin kurucu "felsefe"si muğlâk bir kavramlar derlemesi olarak asır sonu düşüncesinin ana hatlarını yansıtıyordu.
Bilimci yönü kuvvetli, tarihselciliği ağır basan bu "felsefe"nin günümüzün postmodern gerçekleriyle ne denli uyuştuğu tartışmalıdır.
Ancak, bunun da ötesinde söz konusu "felsefe"nin temel sorunu bir "kurucu siyaset ve yönetim kuramı" geliştirememiş olmasıdır.
İnsanlığın binlerce yıllık evriminin "anlaşılması," "yaşamın ilk olarak denizlerde oluşmuş olması," son tahlilde, siyasal bir rejimin temellerini şekillendirememektedir.
Kurucu "felsefe" olarak adlandırılan dünya görüşü, "bilim" ve "akıl" benzeri kavramların yanında "siyaset"in basit bir araç olduğunu varsaymıştır