Dün Suriye sınırımıza bir anda dört bin mülteci dayandı. Çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan bu büyük kalabalık, Kobani kasabasına IŞİD saldırısı sonrası evlerini, barklarını terk ederek kendilerini Türkiye sınırına attılar. Bu ilk dalga sığınmacıları Kobani'den kaçan, tümüyle Kürt olan daha büyük sayıda sivilin takip etmesi de bekleniyor.
Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri, ilk adımda sınırın öbür tarafına geçerek insani yardım altyapısı kurmaya çalıştılar. Ancak IŞİD saldırısından son derece korkmuş bu insanların hiçbiri, Suriye'de kalmak istemiyor, Türkiye'ye ve onun sağladığı güvenliğe sığınmak istiyorlardı. Bunun üzerine, Başbakan Prof. Dr. Davutoğlu'nun bizzat yaptığı açıklama sonrasında, güvenlik güçlerinin kontrolünde sığınmacılar Türkiye sınırları içine alınmaya başladı. Başbakan, açıklamasında ayrıca gelebilecek diğer sığınmacıların da Türkiye'de misafir edileceklerini söyledi. Bu açıklamalar yapılırken, canlı yayında sığınanlar, arka planda köylerine ve kasabalarına bakarak, duyulan patlama ve çatışma seslerinden geride kalanlara neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.
Başbakan, Türkiye'nin temel politikasının Suriye'de yerleşik nüfusun kendi topraklarında güvenlik içinde olmalarının sağlanması olduğunu, ancak bu gerçekleşmediği sürece Türkiye'ye sığınacakların tümünün misafir edileceğini açıkladı. Bugün itibarıyla, dünyada herhangi bir demokratik ülkenin bu denli açık, insancıl ve âlicenap bir açıklama yapabileceğini kimse düşünmüyor.
Bu tavır, dünya basınında ve müttefik ülkelerde nasıl yankı buldu? Her şeyden önce, Türkiye, IŞİD elinde rehine olan 49 yurttaşını ve diplomatını düşünerek, açıkça askeri bir operasyona taraf olduğunu ilan etmek istemiyor. Anlaşılabilecek bir tutum, ancak Türkiye'nin hassasiyetleri nedeniyle ABD'nin İncirlik Üssü'nün operasyonel amaçlı kullanımına izin vermemesinden sonra Amerikan basınında bir anda gayet olumsuz haberler çıkmaya başladı. Türkiye'nin IŞİD'e yönelik dolaylı destek verdiğine ve Türkiye- Suriye sınırını IŞİD'in geçişleri sırasında kullandığına dair herhangi biçimde doğrulanması mümkün olmayan ithamlar arttı. Neredeyse, IŞİD'in tüm gücünü, geçirgenliği yüksek olan Türkiye'nin Güney sınırından aldığını ortaya süren, hatta bunu haritalar aracılığıyla ortaya koyan demeçler birbiri ardından ortaya döküldü.
Bugün, korunmadığı öne sürülen o sınıra, binlerce insan bir anda yığıldı, sınır kontrolü yapıldıktan sonra Türkiye'ye alındılar. Ancak bir anda, sanal ortamda resmi ya da gayriresmi yüzlerce haber, "Türkiye sınırını Kürt mültecilere kapattı" biçiminde yansıdı. Sınır açılıp sığınmacılar içeri alındıktan çok sonra da bu haberler devam etti. Bu satırları yazarken, Foreign Policy dergisinin MidEast Brief bülteni mesaj olarak geldi ve aynı haberi tekrarlamaktaydı.
Uluslararası düzeyde, özellikle de böylesi kriz anlarında, müttefik bir ülkenin siyasetini bu denli çarpıtırsanız, kendi halkınızdan, kamuoyunuzdan ve okurunuzdan koparsınız. Demokrasi dünyası, haber alma özgürlüğüne hiçbir zaman olmadığından daha fazla değer vermeli ve dikkat göstermeli. Jean Baudrillard'ın Körfez Savaşı sonrasında, 1991'de yazdığı "Körfez Savaşı olmadı" makalesi, durumu aslında gözler önüne seriyor: yapılan savaş değil, sivil toplum katliamı, rehin alma, işkence, sürgündü... Bu tür savaşlara, konvansiyonel güçlerle karşı çıkmak bir anlam ifade etmiyor. Fransız hava kuvvetleri, bugün Irak'ta IŞİD mevzilerini bombaladılar, ama olay Suriye'de gerçekleşiyordu. Türkiye'nin insani yardım için ortaya koyduğu inanılmaz çaba olmaksızın, Ortadoğu'da kimse insanlık ve demokrasi savaşını kazanamayacak. Bu olgu ne kadar saptırılırsa saptırılsın, uluslararası medya kimin etkisi altında kalırsa kalsın, tarih günün sonunda gerçekleri yazacaktır.