Bundan yaklaşık on beş ay önce, Türkiye'nin durumunu uluslar arası medyadan takip etmek isteyenler, bir siyasi değişimin kaçınılmaz olduğu hissine kapılabilirdi. Gezi olaylarıyla başlayan siyasal çalkantı, 17 ve 25 Aralık darbe girişimleriyle gündemi iyice sarsmıştı.
Demokrasilerde, siyasal alanda yaşanan hareketliliğin en temel çözümü, daima seçmenin iradesinin yenilenmesi olur.
Türkiye'de de, 2014 yılında Mart ayı yerel seçimleri ve Ağustos ayı Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile seçmen iki kez sandıklara giderek hür iradesini ifade etme fırsatı buldu. Yerel yönetimler seçimi, Türk demokrasisinde rekor bir katılma sahne oldu. Benzer biçimde, Ağustos ayının ortasında yapılmak zorunda kalan Cumhurbaşkanlığı seçimi de, iki turlu olmasına rağmen ilk turda önemli bir seçmen katılımıyla Recep Tayyip Erdoğan'ı cumhurbaşkanlığına getirdi.
2009 yılının başlarına kadar, Türkiye'de her girdiği seçimi oylarını arttırarak kazanan, ekonomiyi rayına oturtan, büyük demokratik reformlara imza atan ve AB ile üyelik müzakerelerini başlatmayı başaran AK Parti iktidarı ve onun lideri Tayyip Erdoğan'ın demokratik meşruiyeti konusunda, yabancı medyada olumsuz denebilecek ciddi analizlere fazlaca rastlanmazdı. AK Parti'ye muhalefet, iç siyasette, siyasi partiler aracılığıyla olduğundan çok daha fazla, vesayet kurumları aracılığıyla yapılmış ve başarısız olmuştu.
Gazze saldırısı sonrası İsrail politikalarını son derece sert biçimde eleştiren dönemin Başbakanı Erdoğan'ın, Davos toplantısında "one minute" krizi olarak bilinen çıkışından sonra ABD medyası başta olmak üzere ciddi bir üslup değişikliği başlatıldı.
Giderek Türkiye'deki reformlar, siyasetin vesayetten kurtulması gibi hususlar tümüyle bir kenara bırakıldı, devamlı biçimde "Türkiye'nin eksen değişikliği" tehlikesinden bahsedilmeye başlandı. Türkiye'nin AB ile olan ilişkilerinin de, AB tarafından atalete terk edilmesi, bu analizlerin güçlendirilmesine yaradı. Gezi olaylarının başlamasıyla birlikte, Türkiye'de adeta bir "Arap Baharı" oluşuyor havası verildi. Bunlar yapılırken, çok dikkatli biçimde, AB ülkelerinde ya da ABD'de gerçekleşen sokak gösterileriyle hiçbir bağlantı kurulmadı, daima demokratik olmayan ülkelerdeki sosyal hareketlerle paralellik oluşturulmaya çalışıldı.
Bu algı yönetiminin başarılı olabilmesi için, Türkiye'nin gerçekten demokratik olmayan bir rejime sahip olması, iktidarının demokratik meşruiyeti bulunmaması gerekirdi. Gerek Türkiye'deki serbest, şeffaf, çoğulcu ve katılımcı seçimler, gerek Orta Doğu ve Kuzey Karadeniz bölgelerindeki iç savaş, karmaşa ve siyasi krizler, "demokrasi sınırının" nereden geçtiğini bir kez daha gözler önüne serdi.
Bugün Türkiye, Arap ülkelerinden milyonlarca kişinin, dilini bilmedikleri, tanımadıkları bir ülke olduğu halde sığındıkları bir liman haline geldiyse, bütün müttefikleri Orta Doğu'daki insani sorunu aşmak için onun gücüne ve desteğine ihtiyaç duyuyorsa, bu Türkiye'nin büyük ve işleyen bir demokrasi olmasından kaynaklanmaktadır.
"Algı yönetimi" ya da eski ve bilinen adıyla propaganda yaparak, bir ülkenin yönetimi ya da stratejisi hakkında belirli bir süre yanlış bir görüntü çizebilirsiniz.
Ancak gerçekler, olayların gelişimi ve toplumun serbestçe kendi kaderini tayin edebilme özgürlüğü, bir süre sonra saptırılmış algıyı tekrar düzeltir. Son dönemde, gerek uluslararası, gerek ulusal alanda yaşanan gelişmeler, uluslararası kamuoyunun Türkiye'deki iktidar ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında gerçekleri algılamasını, onlarla yüz yüze gelmesini sağlayacaktır.