Cumhurbaşkanı Erdoğan, ekim ayından itibaren AB başkentlerini kapsayacak önemli bir temaslar süreci başlatacak. Başbakan Prof. Dr. Davutoğlu'nun hükümeti, en başından itibaren AB ilişkilerine ayrı bir önem atfedeceğini zaten duyurmuştu. Hükümet programını destekleyecek adımların atılacağı, Dışişleri Bakanlığı'na Mevlut Çavuşoğlu'nun, AB Bakanlığı'na da Volkan Bozkır'ın getirilmesiyle iyice kesinleşmiş görünüyor.
Türkiye'nin AB bütünleşmesi konusunda atacağı adımlar, Avrupa'da yegâne barışçı, demokratik toplum projesi olan AB üyeliğinin Türkiye'nin demokratik geleceğini biçimlemesi anlamında çok ciddi bir önem taşıyor. Bulunduğumuz bölgede, giderek yayılan bir savaş güney sınırlarımızı kasıp kavuruyor. İnsani yardım konusunda sırtımıza binen yükü şikâyet etmeden taşıyoruz, ancak bunun sosyal, ekonomik ve siyasal bedelini de göğüslediğimiz unutulmamalı. Kuzey komşumuz Rusya Federasyonu, Ukrayna üzerinden AB ve ABD'ye karşı adı konulmamış bir savaş veriyor. Henüz tam anlamıyla sıcak bir savaş tehlikesi ufukta görünmese de, çok ciddi bir diplomatik ve ekonomik savaşın ilk işaretleri gelmeye başladı.
AB, son derece önem verdiği ve enerji konusunda büyük ölçüde bağımlı olduğu Rusya pazarındaki payının ciddi biçimde kısıtlanması endişesi yaşıyor. Benzer biçimde, Orta Doğu ülkeleri de, pazar olmaktan uzaklaştıkları için önemli bir dış ticaret gerilemesine neden olabilecek gibi görünüyorlar. Türkiye ise, Rusya ile olan ticari ilişkilerinde şu ana kadar sorun yaşamamış da olsa, AB'nin kaybetmesi muhtemel pazar payını, siyasi nedenlerden ötürü devralamayabilir, gelişmeler zamanla ne olacağını gösterecek. Çok ciddi ticari ilişkilerimizin olduğu Orta Doğu ülkelerinde yaşanan savaşta ise, Türkiye önemli bir pazar payını şimdiden yitirmiş bulunuyor.
Bütün bu olgular, ABD ile AB arasında bir yandan yürütülen Transatlantik Serbest Ticaret anlaşması çalışmaları, demokratik rejimlerin giderek yeknesak, tek bir ticaret bloğu oluşturmaya doğru ilerlediğini gösteriyor. AB, ABD, Japonya ve Güney Kore'yi kapsayacak bu sistemin, dünyanın en istikrarlı, en zengin ve en yenilikçi pazarı olacağına kimsenin şüphesi bulunmuyor. Bu oluşum, Türkiye'nin de geleceği...
Kısa ve orta vadede, Türkiye ile AB ilişkilerinin hızla derinleşmesi, kurumsal anlamda ilerlemesi gerekiyor. AB ise, böylesi tarihi bir dönemde, içine düştüğü olabilecek en ciddi kurumsal ataletten bir türlü çıkamıyor. Genişleme sonrasında 28 üyeye çıkan üye ülke sayısı, AB iç işleyişi bir türlü gerçek bir reformdan geçmediği için karar alma mekanizmaları tıkanabiliyor. AB içinde, AB standartlarında bir demokratik işleyişe, şeffaflığa, hesap verebilir sistemlere sahip olmayan az sayıda üye ülke, kısır çıkarları yüzünden, tarihin en büyük barış projesinin önünü tıkayabiliyorlar.
Giderek AB'yi değil, AB içindeki üye ülkenin çıkarlarını düşünen bir kurumsal yapı ortaya çıkıyor. Avrupa Komisyonu'nun yeni dönemdeki görev dağılımı, Bakanlar Konseyi'nin giderek artan ağırlığı bu gelişmelere örnek verilebilir. Ne var ki, kısa vadede yaşanan sorunların Türkiye'nin ve AB'nin uzun vadedeki geleceğine gölge düşürecek bir ciddiyet kazanmaması için çaba gösterilmesi çok önemli. AK Parti iktidarı, büyük ölçüde Recep Tayyip Erdoğan'ın inisiyatifiyle bugüne dek AB ile kapıları kapatmamayı, köprüleri atmamayı başardı. Bu siyasete gerekli olumlu yanıtın AB içinde olgunlaşmasının zamanı artık geldi. Yeni dönemde, bu gerçeklik ve mecburiyet AB yetkililerine, siyasilerine ve kamuoyuna ne kadar iyi anlatılabilirse, o kadar mesafe kaydedeceğimizin altını çizmek gerekiyor.