AB'de olan bitenler, uzun sayılabilecek bir süredir gündemimizi işgal etmiyor. Bunun temelinde üç önemli dinamik yatıyor. Birincisi, gerek güney gerek kuzey komşularımız savaş halinde ve bütün dikkatler o yönlere teksif edilmiş durumda bulunuyor. İkincisi, Türkiye'nin AB ile ilişkileri o kadar uzun zamandır durgunluktan "çıktı, çıkıyor" beklentisine girdi ki, AB içindeki gelişmeler artık Türk kamuoyunda ciddi bezginlik yarattı. Üçüncü ve belki de en önemli husus, AB'nin kendisi AB ülkelerinde, genişlemeye rağmen var olan ekonomik durgunluktan dolayı büyük hayal kırıklığı yaşatıyor ve beklentiler giderek azalıyor. Dolayısıyla AB içinde eskiden ciddi haber değeri taşıyan gelişmeler, şimdilerde heyecan yaratmamaya başladı.
AB, içine girdiği derin bir durağanlık ve siyasi ataletten çıkmaya çalışıyor. Mayısta yapılan Parlamento seçimleri sonrasında, en fazla oyu alan siyasi parti Merkez Sağ Avrupa Halk Partisi oldu ve adayı Jean-Claude Juncker Komisyon Başkanlığı için en uygun konuma geldi. AB siyasi partileri arasında yapılan centilmenlik anlaşması, Komisyon Başkanı'nın en çok oy alan partiden seçilmesini öngörüyordu. Bu kez, İngiltere Başbakanı David Cameron, tüm ağırlığını ortaya koyarak, bir "federalist" olarak gördüğü Juncker'in atanmasına karşı çıktı. Haftalar alan pazarlıklar sonucu ve Şansölye Merkel'in tüm ağırlığını koyması sayesinde Juncker Komisyon Başkanlığı'na atandı. İngiltere'nin sert tutumu, AB içinde zaten çok iyi olmayan büyük ülkeler ilişkilerini büsbütün bozdu. Bugün itibarıyla, ne Almanya, ne Fransa, ortak bir AB dış politikası oluşturulabileceğine inanıyor. İngiltere, zaten AB içindeki konumunu giderek daha fazla sorguluyor, İtalya ise, 1960'lı yıllardan itibaren ilk kez, AB içinde önemli makamlara adaylarını yerleştirerek, hiç beklenmedik biçimde AB politikalarında söz sahibi olmaya çalışıyor.
Bu karmaşık pazarlıkların son aşaması, Konsey Başkanı Herman Van Rompuy'un yerine yapılacak atama sürecinde yaşandı. İlk defa bir Doğu Avrupa ülkesi temsilcisi bu kadar yüksek bir makama getirildi ve Polonya Başbakanı Liberal Donald Tusk, başkanlığa seçildi. Kendisinin İngilizce ya da Fransızca bilmemesi ise, AB yetkilileri tarafından "sorun değil" yaklaşımıyla geçiştirildi. Tusk, düzenlediği ilk basın toplantısında, görevi devralacağı aralık ayına dek İngilizce sorununu halledeceğini ifade etti. Bu küçük anekdot bile, aslında AB içinde ne kadar zor ve girift dengeler oluştuğunu gösteriyor. Komisyon Başkanı Juncker muhafazakâr, Konsey başkanı Tusk liberal olunca, Dış İlişkilerden Sorunlu AB temsilcisinin sol bir partiden olması gerekmiş olsa ki, son derece cerbezeli, yetenekli ancak bir o kadar da genç ve tecrübesiz bir isim, İtalya Dışişleri Bakanı Federica Mogherini bu makama getirildi.
Türkiye açısından bakacak olursak, Komisyon Başkanı Juncker, öteden beri Türkiye'nin adaylığına karşı çıkan biri oldu. Seçilmesini tümüyle Alman Şansölyesine de borçlu olduğu düşünülürse, önümüzdeki beş yıl boyunca Komisyon Başkanlığı'ndan çok ciddi bir destek beklemek şu anda uzak görünüyor. Donald Tusk, hem liberal, hem de Polonyalı olarak Türkiye'nin az sayıdaki önemli destekçisinden biri, ancak göreve iki buçuk yıl için seçildi. Bu karışık dış konjonktürde neler yapabileceğini hep birlikte göreceğiz. Federica Mongheri ise, esas itibarıyla Türkiye'nin karşısında olan bir siyasetçi değil, ancak İtalyan solunun Türkiye konusundaki saplantıları, onu da etkileyebilir.
Kısacası, AB kendi içindeki dengeleri oluşturmakta çok zorlanıyor, büyüme sağlanamadığı için Almanya haricindeki ekonomiler zor durumda, dış siyasette Ukrayna konusu var ve Rusya ile nasıl bir ilişki içine girebileceklerini kendileri de pek kestiremiyor. Bütün bunlar olurken, hiçbiri Türkiye dosyasını açmak da istemiyor, kapatmak da...