Mahalli İdareler seçimi demokratik biçimde gerçekleşti. Ak Parti seçimleri büyük farkla kazandı. Onun da ötesinde, Türkiye genelinde, her il ve ilçede seçim için mücadele edebilen yegâne siyasi hareket olarak AK Parti ortaya çıktı. Diğer tüm siyasi hareketler, bölgesel konumlarında kaldı. Bölgeselleşme kadar, seçim sonuçlarını kabul etmeme, devamlı antidemokratik uygulamalar keşfetmeye çalışma, seçmen kitlelerinin kendisine oy vermeyen kesim- lerini aşağılama şeklinde tezahür eden davranışlar, muhalefet partilerinin yakın gelecekte sosyal barışı güçlendirecek adımlar atmayacağının işaretini veriyor.
Sıklıkla dile getirdiğimiz gibi, bir ülkede demokratik kurumların başarılı işleyişi, yalnızca iktidar partisinin değil, tüm siyasi kesimin ve tüm yurttaşların görevidir. Seçimler yapılır, iktidarlar gelir, gider. Ancak Türk demokrasisinin sağlamlığı ve işleyişi, şeffaf, katılımcı seçimler kadar tüm siyasi partilerin, toplum ile devlet arasında aracılık görevini hakkıyla yerine getirmesiyle sağlanabilir. Yaratılan anlamsız gerginlik, tüm toplumu esir almaya başladı. Futbol maçındaki anlaşmazlıkların ülke çapında sokak çatışmalarına dönüşmesi kadar, siyasi parti liderlerinin fiziki saldırıya uğramasına kadar giden bir öfke patlaması yaşanıyor. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ fiziki saldırıya uğradığı zaman, bunu yeterince güçlü biçimde tel'in etmemenin de sonrasında nelere yol açabileceği herkesçe görüldü. Sayın Kılıçdaroğlu'nun maruz kaldığı provokasyon, toplumdaki gerginliğin nasıl istismar edilebileceğini ve ne tehlikelere yol açabileceğini hepimize göstermiştir diye umuyorum.
Toplumun bu gerginliği, özellikle de sosyal medya üzerinden her an körükleniyor. Minicik Pamir'in kaza sonucu ölümü nedeniyle, inanılması güç bir karalama ve iftira kampanyası, güya Ak Parti yanlılarınca yapılmış gibi gösterildi. Başbakan Erdoğan, büyük sağduyusuyla, aileyi şahsen arayarak ve taziye bildirerek bu insanlık dışı provokasyonu daha başlamadan bitirebildi. Ne var ki, ifade özgürlüğü maskesi arkasına gizlenerek, topluma zehir akıtmanın demokratik işleyişle ilgisi giderek daha anlaşılmaz hale geliyor.
Son olarak ABD'li gazeteci Seymour Hersh, Suriye'de kullanılan Sarin gazının ve gerçekleştirilen saldırının, Türkiye'nin desteğinde yapıldığını iddia eden uzun bir makale yayınladı. Bu makaleyi, ABD'de New York Times ve Washington Post, yeterince sağlam delillerle desteklenmediği için basmayı reddettiler. Çok deneyimli ve Pulitzer ödüllü bir gazeteci olan Hersh, makalesini saygın ancak bu konuların çok dışında bir yayın organının, London Review of Books'un blog kısmında yayınlayabildi. Makalede çok ciddi teknik eksikler ve belirsizlikler bulunmasının ötesinde, bu inanılması güç iddiayı doğrulayacak fiziki koşulların oluşmadığı da açıkça görülüyor. Makalenin hemen ardından Beyaz Saray'dan resmi iki yalanlama üst üste geldi, deneyimli Ortadoğu uzmanı Scott Lucas da EA Worldview sayfasında Hersh'in varsayımlarını birer birer çürüten kapsamlı bir karşı yazı yazdı. Böylelikle, Pulitzer ödülü alan gazetecilerin de, yanlış varsayımlarla kurulu makaleler yazabileceğini kamuoyu gördü.
Kamuoyu gördü derken, Türkiye'de artık Başbakan Erdoğan'a karşı başarılı bir darbe gerçekleştirilmesini bekleyen geniş bir gazeteci ve yazar kitlesi, bu makaleyi hiçbir biçimde sorgulamadan gerçekmiş gibi ele alarak, çok endişe verici yazılar yazmaktan kaçınmadılar. İç siyasette var olan ve Başbakan'a karşı güdülen kan davası, şimdi dış siyasete de yansıma tehlikesi gösterdi. Belki hatırlatmakta yarar var, bir ülkenin tek bir dış siyaseti vardır. Onu mesnetsiz iddialarla baltalamaya çalışanlara arka çıkmak, ülkede hiçbir kişiye fayda sağlamaz. Bunun adı da Türkiye'ye ihanetten başka bir şey değildir.