Çok uzun süren bir seçim dönemini geride bıraktık. 17 Aralık darbe girişimi ertesinde Başbakan Erdoğan, yaklaşık on dört haftaya yayılan bir "kitlelerle doğrudan temas kurma" stratejisi oluşturdu. İnanılmaz bir enerji ve yetenekle, mahalli idareler seçimini bir güven oylaması haline getirdi. Bu güvenoyunu da, bütün yerli ve yabancı gözlemcilerin teslim ettiği gibi açık farkla aldı. Muhalif ya da muvafık, her açıdan yapılan tüm eleştirilerin ortak noktası, seçim zaferinin bir yerel yönetişim anlayışı ya da siyasi parti örgütünün performansından ziyade, Başbakan Erdoğan'ın kişisel seçimi ve başarısı olduğu...
Bu satırlarda çok kez tekrarlamaktan çekinmediğimiz gibi, ana muhalefet partisinin "korsan muhalefet gündemi" üzerinden siyaset yapması büyük bir yanılgı, vahim bir stratejik hata idi. Bunun teyidini seçmenden aldılar. Şimdi Türkiye, bu önemli demokratik eşiği sağlıklı biçimde aşmış olarak, önündeki döneme bakmak, gerekli yapısal reformları hazırlamak, son derece hassas uluslararası konjonktürü iyi okumak ve dış politikada çok dikkatli olmak gerektiren bir süreçte bulunuyor. Kürt barışı, enerji başta olmak üzere altyapı yatırımları, Kıbrıs'ta çözüm, İsrail ile doğalgaz konusu, Gazze, Rusya/ Ukrayna/ Kırım üçgeni, AB ile ilişkiler kısa vadede çok ciddi gündeme gelecek konulardan sadece bazıları. Bir sayfayı çevirmenin, demokratik bir seçimin sonuçlarını sindirmenin ve gündemdeki temel konuları tartışmaya başlamanın zamanı geldi.
Ne var ki, bir türlü bitemeyen bir seçim değerlendirmesine takılmış bulunuyoruz. Her demokratik seçimin olağan işleyişi, itirazlar, hayal kırıklıkları ile doludur. Türkiye'de, seçim sistemi bu kez belki diğer tüm seçimlerden daha da şeffaf, daha da iyi çalıştı. Rekor düzeyde katılım oldu, bunun yanı sıra tümüyle yurttaş örgütlenmesi olan ve Türkiye'de örneğini ilk kez gördüğümüz bir müşahit sistemi de devreye girdi. Ancak yapılan itiraz sayısında ciddi bir artış olmadı. Bugüne dek yapılan YSK itirazları, seçimin temel sonucunu hiçbir biçimde değiştirmeyecek.
Ancak kamuoyunun bir bölümünde, seçim sonuçlarına karşı inanılmaz bir direnç ve bir inançsızlık var. Daha önce de muhalefet açısından kaybedilen, çok daha az oy alınan seçimler oldu, ancak hiçbir zaman böylesine bir tepki ve gerçekleri reddetme durumu oluşmadı. Bu tepkiyi bu hale getiren, inanılmaz bir manipülasyon ve karalama kampanyası ve bunun ardında duranlar oldu.
Türk demokrasisi için en önemli, en hayati sorun olarak "devlet içinde paralel örgütlenme" olgusu duruyor. Devletin en üst katlarındaki en mahrem konuşmalara ulaşıp, onları teşhir etmekten çekinmeyen bir örgütlenmenin varlığı, kamuoyunda "devlete güvensizliğin" zehirli tohumlarını attı. Yargıya güvensizlik, siyasi üstyapıya güvensizlik, artık devlet ile ilgili hiçbir işleyişe, hiçbir söze güvenmemek haline gelmeye başladı. Bu, Türk demokrasisi için en büyük tehdittir. İstediğimiz kadar şeffaf, demokratik, katılımcı ve büyük rağbet gören seçimler yapalım, istediğimiz kadar iktidar partisi ile muhalefet partileri arasında büyük farkla biten oylamalar gerçekleştirelim, devlet yapısının içinde paralel bir örgütlenme var olduğu sürece toplumsal barışı hiçbir zaman sağlayamayız.
Türkiye'nin geleceğine ipotek koymak isteyen anlayış, maalesef tüm toplumsal çatışmayı daha da tırmandırmak, siyasi üstyapıyı işlevsiz hale getirmek istiyor. Son casusluk olayından sonra iyice kendini ortaya çıkaran bu habis yaklaşımla siyaset, yargı ve medya alanında mücadele, demokrasimizin geleceğini belirleyecektir.