Başbakan Erdoğan'ın Türkiye ve uluslararası kamuoyunda ilgiyle beklenen, benim de SABAH gazetesini temsilen katıldığım Brüksel ziyareti, Ankara'da yapılan bir basın toplantısı ile başladı. Başbakan'ın, yedi bakanı ve sekiz milletvekili ile çok geniş ve üst düzey bir delegasyon oluşturarak AB başkentine gitmesi, AB açısından çok olumlu bir mesaj oldu. Ziyaret, daha resmi görüşmeler başlamadan önemli mesajlar verilerek başladı. Brüksel'e inen heyeti, kalacağı otelin önünde binlerce kişiden oluşan bir kalabalık karşıladı. Gecenin çok ilerlemiş saatine, yağan yağmura, Orta Avrupa'nın soğuk iklimine ve Stephanie Meydanı'nın iki taraftan rüzgâr alan ve insanın içini donduran konumuna rağmen, Belçika, Almanya ve Hollanda'dan gelen Türk diyasporası, AB içinde ne denli ciddi bir güç ve dinamik oluşturduklarının adeta canlı ispatıydı. Her biri yıllar önce AB ülkelerine göçmüş, giderek iş kuran, istihdam yaratan, yeni bir orta sınıf oluşturan bütün insanları o sayılarda ve o soğukta bir araya getiren dinamik, eminim ki Charlemagne binasında toplanan AB Konseyi'nin de dikkatini çekmiştir. Çok uzun yıllar Belçika'da yaşamış biri olarak, festival günlerinde dahi o sayıda kalabalığın Stephanie Meydanı'nı doldurduğunu hiç görmedim. Bunu düşünen muhtemelen sadece ben olmadığım için, oradan geçen Belçikalıların çoğu, mitingin resimlerini çekmek için durdular.
Brüksel temasları, Fransa Cumhurbaşkanı Hollande'ın Türkiye ziyareti ile devam edecek. Cumhurbaşkanı Gül, hafta sonunda görüşmelerde bulunmak üzere İtalya'ya gidiyor, akabinde Başbakan Erdoğan'ın Almanya ziyareti gerçekleşecek, sonrasında ise İspanya ile görüşülecek. Bu süreç, Brüksel'de Dışişleri ve AB bakanlarının iştirak edeceği stratejik bir değerlendirme toplantısıyla devam edecek. Çok kısa sürede, son derece üst düzey görüşmelerin yapılacağı çok sayıda stratejik sorunun irdeleneceği, tarihi bir sürece giriyoruz. Türkiye ile AB; bu süreçte birbirlerine destek olmanın ötesine giderek, gerçek bir ortaklığı işler ve sürdürülebilir duruma getirmenin gayretinde olacaklar.
Başbakan Erdoğan'ın Brüksel yolculuğu ile başlayan bu süreç, aslında bir Türkiye-AB ilişkilerinin "tazelenmesi ve güçlendirilmesini" kutlayacak bir siyasi buluşma olacaktı. Onun yerine, AB ülkelerinin en hassas oldukları konularda, kamuoyuna yansıyan çarpıtılmış biçimiyle son gelişmeleri ve hükümetin attığı adımları izah etmeye giden bir Türk hükümeti görüntüsü verildi.
Bu zirvenin, çok sayıda kalem ve gözlemci tarafından "ilişkilerin kopabileceği gerginlikte bir toplantı" olabileceği medyaya o denli yansıtıldı ki, neredeyse Brüksel'e ilişkileri geliştirmeye değil "boşanmaya" gidiliyor gibi bir hava oluşturuldu. Bu havanın oluşmasına neden olan, kendi siyasi emellerini Türkiye'nin demokrasi ve açılım perspektiflerinin önüne engel olarak koymakta beis görmeyenleri ise tarih ve toplum yargılayacak. Bu büyük vebalin altından nasıl kalkacaklarını şimdiden düşünebilirler.
Başbakan Erdoğan, soğuk havada büyük kalabalığın son derece sıcak karşılamasının da verdiği güçle, Konsey Başkanı Herman Van Rompuy ile toplantıya girdi. Toplantılar gayet sıcak ve yapıcı bir havada başladı. Başbakan, Kopenhag Kriterleri kapsamına giren konular başta olmak üzere, gerçek bir demokrat olarak her konuda her soruya cevap vermek ve karşıtlarını Türkiye'nin AB ve demokrasi hedeflerindeki samimiyetini teyit etmek için hazır olduğunu açıkladı. Daha sonra Komisyon Başkanı Barroso ve Parlamento Başkanı Schultz ile görüşen Başbakan, bu yoğun gündeminde Van Rompuy, Barroso ve Füle ile bir de üçlü bir görüşme daha gerçekleştirdi.
Bütün görüşmelerin sonunda, yapılan ortak basın toplantısı, bir kriz kopmasını bekleyenleri derin hayal kırıklığına uğratan bir görüntü sergiledi. Gerek Van Rompuy, gerek Barroso, Türkiye ile ilişkilerin en üst düzeyde gerçekleşmiş olmasından, Türkiye Başbakanı'nın kabinesinin üçte birini ve önemli sayıda milletvekilini yanına alarak Türkiye'nin AB aidiyetini güçlü biçimde vurgulamaya gelmiş olmasından son derece büyük memnuniyet duyduklarını saklamadılar. Gündemin en önemli maddesi gibi duran HSYK konusunda ise Van Rompuy, Türkiye ile olan iyi iletişim sayesinde isteklerinin bir bölümünün yerine getirildiğini, başka noktaların da getirileceğine inandığını belirterek, bu konuda çok açık, yapıcı ve ayrıntılı bir değerlendirme yapılmış olduğunun işaretini verdi.
Başbakan Erdoğan, AB zirvesinden, çok uzun senelerdir görmediğimiz kadar rahat ve memnun bir görüntüyle çıktı. Başbakan'ın konuşması, AB ile başlamış olan yeni ivmeye emeği geçenlere teşekkür ederek ve AB'nin zirvedeki olumlu tutumuna biçtiği yüksek değeri ifade ederek başladı. Bütün medya mensuplarının şaşkın bakışları altında, son derece samimi ve yapıcı geçen toplantıdan sonra, ilişkilerin gelişerek devam etmesi konusundaki inanıcını yineledi. Tam üyelik hedefini vurgulayarak, Türkiye'den "müstakbel AB üyesi ülke" olarak söz etti ve AB'ye yük olmaya değil, AB'den yük almaya geldiğini bir kez daha teyit etti.
Suriye konusunda, Türkiye'nin yaklaşık yedi yüz bin Suriye vatandaşını misafir etmekte olduğunu, bunun Türkiye'ye bedelinin iki milyar doları geçtiğini söyledi. Ancak hemen sonrasında, Türkiye'nin bu bedeli ödemeyi sürdürmekte kararlı olduğunu, bunu bir insanlık borcu olarak gördüğünü söyleyerek, tüm uluslararası kamuoyuna çok önemli, çok derin anlamla yüklü bir mesaj verdi. Bu mesajın ne kadar etki yapacağını önümüzdeki dönemde görebileceğimizi umuyorum.
Başbakan, vize muafiyeti sürecinin hızlı gitmesi konusunda Van Rompuy ve Barroso'ya samimi bir mesaj vermesi dışında, AB zirvesinden son derece güçlenmiş, güven tazelemiş biçimde çıktı. Aynı rahatlık ve güven, gerek Van Rompuy, gerek Barroso'nun cevaplarında ve tutumlarında da rahatlıkla görülebiliyordu. Temel olarak, Türkiye'nin AB ile hem işbirliği, hem de yakın istişarede olduğunun ve bu teşriki mesainin derinleşerek süreceğinin her iki tarafı da çok ciddi biçimde rahatlatmış olduğu görüldü.
Bu denli gergin bir bekleyişten sonra bu kadar uyumlu ve iyimser bir ortak tavra inanamayan gazetecilerden, ısrarla HSYK ve yeni fasıllar soruları yönlendirildi. AB tarihinin gelmiş geçmiş en sakin ve sabırlı siyasetçilerinden biri olarak bilinen Van Rompuy bile, bir noktada sükûnetini kaybederek, "kapalı kapılar ardında bir şey, basın toplantısında başka şey söylemiyoruz. İçeride konuştuklarımızı olduğu gibi sizlerle paylaşıyoruz" demek zorunda kaldı.
Bu zirveyi, en taze haliyle analiz etmek gerekirse, son derece önemli üç madde sıralamak mümkün:
Birincisi, Başbakan Erdoğan, AB ile diyalog ve işbirliği konusunda, jestlerle ve olumlu mesajlarla yüklü bu ziyareti gerçekleştirerek AB yöneticilerini çok rahatlattı. Aynı zamanda geçtiğimiz kasımda düzenlenen, Doğu Avrupa ülkeleriyle ortaklık anlaşmaları imzalamanın öngörüldüğü, ancak anlaşmalar imzalanmadığı için büyük skandala neden olan Vilnius zirvesinden sonra AB, Türkiye zirvesini bu denli başarılı biçimde tamamlayarak kaybettiği prestijin önemli bölümünü geri aldı.
İkincisi, kuvvetlerin ayrımı konusunda, demokratik rejim ve hukukun üstünlüğü konusunda Başbakan, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak bir tutum içinde oldu. Yargı bağımsızlığı ile yargının başka bağımlılıklara kurban edilmeye çalışılması arasındaki farkı ilk ağızdan izah etti. Kendi tabiriyle "dezenformasyon" sürecinin AB- Türkiye ilişkilerini zehirlemesini durdurdu. Bundan sonra AB yetkilileri, medya aracılığıyla değil, Başbakan'ın taahhütleri ve attığı adımları göz önüne alarak tavır belirleyecekleri için büyük rahatlık yaşadılar.
Üçüncüsü, Başbakan Erdoğan, AB'ye dış siyaset ve güvenlik konularında önemli destek vereceğini açılayarak, AB'nin dış siyasetteki ağırlığının Türkiye ile işbirliği sayesinde ciddi biçimde artabileceğini ifade etti. Dış siyasette tutumların çok geniş biçimde örtüştüğünü iki kez vurgulayarak, Türkiye'nin AB aidiyeti konusundaki iradesini teyit etti. Bu alanda önümüzdeki hafta ve aylarda önemli gelişmeler yaşanabilir.
Zirveden sonra, Türkiye-AB ortaklığının yeni bir hayatiyet kazandığı iyice belli oldu; bu ortaklığın vazgeçilmezliği perçinlendi. Bu denli gergin bir hava yaratıldıktan sonra, böylesine zorlaştırılmış bir zirveyi Başbakan'ın siyasi yeteneğiyle muzafferane bir ortaklık şöleni haline getirmesi, not edilmesi gereken tarihi bir adım olarak hatırlanacaktır. Zirvenin yankılarını bu satırlarda sizlerle paylaşmayı sürdüreceğim.