Dış politikanın eleştirilmesi demokrasinin vazgeçilmezi. Eleştiri, dönemin güç denklemlerini ve ülkenin milli çıkarlarını rasyonel analizine dayanması durumunda yapıcıdır. Sadece mevcut sorunlar bahane edilerek popülizme dayandırılırsa ideolojiktir. Konjonktüre bağlı olarak dış politikada gerçekleşen değişimleri görmezden gelen ve her aktif hamleyi boğmak için canlandırılan ideolojik, karşıt söylemleri "hurafe" olarak niteliyorum.
Zira iktidarın yeni gerçekliklere uyumu göz ardı edilmekte. Çözüm olarak ya realiteden kopuk, romantik önerilerde bulunulmakta. Ya da dış politika yapımının seçenekleri deneyen pragmatik yaklaşımı çarpıtılmakta. Kökeninde ise Türkiye'nin etkisini sınırlandırma hedefi var.
Hiç eksik olmadı
17 yıllık AK Parti dönemi dış politikası üzerine hurafeler hiç eksik olmadı. Başbakan Erdoğan'ın Davos'taki (2009) one minute çıkışı öncesinde iki yaygın hurafe vardı.
İlki, AK Parti'nin "Amerikancı olduğu ve Büyük Ortadoğu Projesini" uyguladığı iddiasıydı. İkincisi de "Batı ile işbirliği içinde Kemalizm'i çökerttiği" yönündeydi. Şimdilerde AK Parti'nin "Batı karşıtı ve Yeni Kemalist" ilan edildiği hatırlanırsa bu hurafelerin gerçeklikten ne kadar uzak olduğunu açıklamaya bile gerek yok sanırım. Davos ve 2010'da İsrail'in Mavi Marmara saldırısına verilen tepki üzerine üretilen yeni hurafe seti "Türkiye'nin Batı ekseninden kaydığı ve İslamcı politika yürüttüğü" argümanına dayandırıldı. Arap isyanlarının ilk iki yılında (2011 ve 2012) hurafeler yerini Türkiye'nin "modelliği" gibi naif bir söyleme bıraktı. Ancak 2013'ten sonra hızla "otoriterleşme, diktatörlük, İslamcılık, İhvancılık, Yeni Osmanlıcılık, eksen kayması, Batı'dan kopuş" suçlamaları yeniden tedavüle sokuldu. 2015 uçak krizinin aşılması ve Rusya ile Suriye'de birlikte çalışma kararı alındıktan sonra buna "Rusya ve İran hattına geçme" hurafesi de eklendi. Yine 2013'te dış çevrelerin tetiklediği iç türbülansa Türkiye'nin gösterdiği direnç ve 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra başının çaresine bakma iradesi de "herkesle kavgalı olma ve yalnızlık" hurafesi ile etiketlendi.
Gerçek ne?
Türkiye son altı-yedi yıldır önce bölgesel sonra küresel türbülansa cevap veren, kendi milli çıkarlarını kollayan bir dış politikanın peşinde. Pragmatizm ve değişen güç denklemine uyum sağlama ana saik. Herhangi bir "-cılık" Ankara'nın umurunda değil. "Amerikancılık, Rusçuluk, İrancılık ve İhvancılık" gibi lafların hiçbir karşılığı yok. Tek eksen ve ideoloji Türkiye'nin milli çıkarlarını korumak.
Bunu da mümkün olduğu ölçüde insani ilkeleri ve yardımı gözeterek yapmak.
Ankara, Batı başkentleri işbirliği taleplerine cevap verdiğinde üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor. Ancak Suriye, İdlib, terörle mücadele (YPG) ve mülteciler konuları ne yazık ki müttefik olduğumuz ABD ve Avrupalı aktörlerin Ankara'yı yalnız bıraktığı hatta karşısına aldığı alanlar. İşte bu ortamda Türkiye de vazgeçilemez milli güvenlik çıkarları için mevcut seçenekleri değerlendiriyor.
Ancak gerektiğinde de askeri güç kullanmaktan ve rakiplerle gerilmekten kaçmadı.
Ankara'da sahada başta Rusya olmak üzere kim varsa onunla çalışmanın yolunu aradı. Suriye'nin kuzeyinde YPG koridoru bu politikayla engellendi. Doğu Akdeniz ve Libya hamlesi böyle yapıldı.
Yeni canlanma
Suriye'de DEAŞ ve YPG ile mücadele için yapılan operasyonlar "Yeni Osmanlıcı" hurafesi yükseltilerek karşılanmıştı. Son aylarda Ankara'nın Doğu Akdeniz ve Libya meselelerinde inisiyatif alınca Türkiye karşıtı ideolojik söylemlerde artış oldu.
"İslamcı, Yeni Osmanlıcı, İhvancı yayılmacılık" suçlamaları yeniden sahnede.
CHP de bu kervana içerden destek veriyor. Bunlar, Türkiye'nin askeri gücünü sahaya ve diplomasiye yansıtmasından rahatsız olanların hurafeleri. Trump sonrası dünyada herkes sert gücü kullanmadan etki üretilemeyeceğinin farkına vardı.
Yeni durumun inatla farkında olmayanlar içteki ve dıştaki hurafe üreticileri.
Sofistike versiyon
En güncel versiyon, "Türkiye'nin ABD ve Rusya arasında sıkışmaması, İtalya ve İspanya gibi Avrupa ülkeleri ile çok aktörlü oyun oynaması gerektiği" argümanı.
Yani sanki, Ankara, AB başkentleri ile işbirliği gayretinde olmamış. Halbuki gerçeklik tam tersi. Suriye'de ve Doğu Akdeniz'de Ankara'nın hayati stratejik çıkarlarını göz ardı eden AB başkentleriydi. Erdoğan ve Putin, Libya'da ortak inisiyatif alınca AB çevreleri Doğu Akdeniz'de oyun dışı kalma telaşına düştüler.
Liderlik krizindeki AB, uzun süreli siyasi dağınıklığın maliyetlerini şimdi derinden hissediyor. Bakın, AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Borrell ne diyor: "Biz Avrupalılar, askeri çözüme katılmak istemediğimiz için kendimizi bu çatışmaların askeri çözümünün olmadığı inancına mahkum ettik. Suriye'de askeri çözüm vardı, Türkler ve Ruslar tarafından hayata geçirildi ve bu Akdeniz'in doğusundaki güç dengesini değiştirdi." Güç denklemi değişince AB, Libya masasında etkili olmak için Türkiye'ye dönüyor. Ancak yine de Yunanistan'ın Doğu Akdeniz'de maksimalist talepleri sebebiyle AB ülkeleri ile önümüzde zorlu bir süreç var.