İran, geçen cuma "çifte" seçimlere gitti. Bu seçimler Batı ile nükleer anlaşma sonrası ilk seçimler. Dini lideri belirleyen Uzmanlar Konseyi ve onuncu dönem parlamento seçimleri aynı anda yapıldı.
Adayların bireysel olarak yarıştığı seçimlerde ilk haberlere göre Cumhurbaşkanı Ruhani ve eski cumhurbaşkanı Rafsancani'ye yakın "ılımlı-reformist" adaylar ağırlık kazanıyormuş.
Bu başarının uluslararası kamuoyunda "sevinçle" karşılanacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Zira İran iç siyasetindeki rekabeti "reformistler, muhafazakârlar ve pragmatistler" şeklinde üçlü bir tasnife tabi tutmak oldukça yaygın. Ve Batı ile ilişkilerde yumuşama ve siyasi liberalleşme talepleriyle öne çıkan Muhammed Hatemi gibi "reformistlerin" ya da Ruhani gibi "kontrollü reform" öneren pragmatistlerin kazanması İran'ın geleceğine yönelik hep bir umut uyandırır.
"Anti-emperyalizm" ve "Batı karşıtlığı" ile özdeşleştirilen muhafazakârların İran sisteminde ağırlığını kaybetmesi arzu edilir. Doğrusu İran kamu diplomasisini takdir etmek lazım. Her seçimde "kritik bir değişim" olacağı beklentisini oluşturmayı başarıyorlar. Oysa karşımızda velayet- i fakih teorisi bağlamında dini liderin siyasi- ideolojik kontrolü altında işletilen bir tür yarı- demokratik sistem var.
Anayasayı Koruyucular Konseyi, her seçimde birçok "reformcu" adayı reddediyor. Sanki "İslam devrimi" ideolojisi İran milliyetçiliğinin ortak bir unsuruna dönüşmemiş gibi, farklı tonları "değişim" ihtimali olarak pazarlayabiliyorlar.
Kuşkusuz önceki cumhurbaşkanları Hatemi ve Ahmedinejad arasında söylem ve politikalar açısından farklar vardı. Ancak dış politika tercihleri açısından asıl olan, bölgesel konjonktüre uygun pragmatizmdir. Bu sebeple "İslam devrimini yaymak" gibi bir iddiaya rağmen İran diplomasisi milli menfaati önceleme fırsatçılığında hiçbir seküler diplomasiyi aratmaz.
Hatta takiyye kültürünün diplomatik manevraları ve değer yerine menfaat odaklı politikaları meşrulaştırmakta kolaylaştırıcı olduğu da söylenebilir. Bu yüzden, kanaatimce, Hamaney sonrası dini lider dönemi için de İran siyasetinde "büyük" değişimler beklememek lazım.
İç siyasetin ambargoların kalkmasıyla gelecek ekonomik canlılıkla kontrollü şekilde rahatlatılması beklenebilir. Ancak dış politika, temel mecrasında akacaktır. Zira Arap isyanları sonrası Batı karşıtlığı çoktan terk edildi ve İran siyasetinin ana tercihi belli oldu. Nedir bu tercih? Bölgesel konjonktüre uygun pragmatizm gereği "Batı ile yumuşama ve işbirliği" aranırken bölgesel nüfuz alanlarını sonuna kadar genişletmek. Ve Şiiciliği milli menfaatlerin maksimizasyonu için kullanmak. Bunun anlamı Sünni dünya ile çatışmak ve Türkiye- Suudi Arabistan ile de sert bir rekabet demek.
Suriye iç savaşı ile birlikte İran, yumuşak ve sert gücünü seferber etti. Hamaney'in İranlı gençlerin Suriye'deki muhalefetle savaşan Şii milislerin yaptıklarını "küfürle savaş" olarak nitelemesi bölgesel rekabetini meşrulaştıran radikal dini -ideolojik anlayışını göstermekte. Dünya, DAİŞ üzerinden "radikal Sünni cihatçı" anlayışın tehlikesi ile korkutulurken, İran liderliğinin "radikal soslu pragmatizminin" sıkıntıları görmezden geliniyor. Zira şartlara uygun görülen bu. Böylece, ABD'nin "Sünni radikalizminden" duyduğu rahatsızlığı fırsat olarak bilen İran bir yandan ABD, AB ve Rusya ile daha yakın bir çalışma içinde olacak.
Bölgesel politikaya gelince; İran'ın önünde açılan "fırsatlara" hırsla sarılmaya devam etmemesi mümkün görünmüyor. Türkiye ve Suudi Arabistan'ın Obama yönetiminin Ortadoğu politikası sebebiyle "sıkıntıda olan müttefikler" olma hali değişmedikçe bu trend devam edecektir.
Ezcümle, ister reformcu-ılımlı ister muhafazakâr, asıl olan İranlı siyasetçilerin pragmatizmidir. Tarihi bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar, sonuna kadar kullanmaya çalışacaklar...