Mart ayı yeninin adı, çağrısıdır. Ve elbette baharın ve yeni ümitlerin... Bu yıl kamuoyumuz, baharın "daha kötü günler" getireceği ile korkutuluyor.
Güneydoğunun ilçelerindeki "şehir savaşlarının" büyümesiyle, metropollerde yeni bombalamalarla.
ABD'li gazeteciler ve müzmin AK Parti muhalifleri hükümeti "Kürtleri bombalayan zalimler" olarak nitelerken HDP'liler ve üst düzey PKK yöneticileri şiddetin daha da artması ile tehdit ediyorlar. Bütün sorumluluğu da Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti'nin üzerine yıkan baskıcı bir söylemle. Sanki Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en cesur ve riskli kararını alarak Çözüm sürecini başlatan aktörler Erdoğan ve AK Parti değilmiş gibi.
Ne amaçla? Hükümeti PKK ve YPG ile tekrar "müzakere" ya da "diplomasi" masasına oturtmak için. Suriye iç savaşının geldiği yeni aşama söz konusu baskıyı yoğunlaştıracak bir ortam sağlıyor. "Kürt milliyetçileri ile barışın" söylemi içte ve dışta bir ittifakın ortak isteği.
PKK ve YPG'nin organik birlikteliğini reddeden Obama yönetiminin "aşırı fırsatçılığı" ile muhaliflerin PKK şiddetinden Türkiye için "yaratıcı sonuçlar uman aymazlığı" bir noktada birleşiyor. Ve Türkiye'nin ortak menfaatine doğrudan karşıt bir alanı tahkim ediyor: şiddetin ve siyasetin ortaklaşa kullanımı. Bütün çatışma çözümü örnekleri bu durumun daha fazla şiddet sarmalı getireceğini anlatmasına rağmen. Biz bu sarmalı 7 Haziran seçimlerinde HDP'nin başarısı ile hırsa kapılan PKK'nın çözüm sürecini bitirmesinde görmüştük. Süreci bitiren şey buzdolabına koyulması değildi. HDP-PKK'nın siyaseti ve şiddeti aynı anda kullanmaktaki ısrarıydı. Dahası, AK Parti muhaliflerinin HDP'ye "demokratikleştirici misyon" yükleyen romantizmi sayesinde PKKHDP şiddet ve barış söylemini birlikte götürebileceği muhalif ve mümbit bir ortam yakaladı.
Nitekim güneydoğunun ilçelerine yığılan silahların ürettiği şiddete bugünlerde şahit oluyoruz. Aynı hata bugün tekrar ediliyor. Türkiye PKK terörü ile kararlı bir mücadele yürütürken Kuzey Suriye'deki YPG oluşumu fotoğrafın dışında tutulmaya çalışılıyor.
Suriye'nin "haklı" ve "meşru bir aktörü" olarak sunuluyor. Bizim güneydoğumuza sürekli silah ve militan gönderdiğine göz yumularak. "İpteki cambaza bak" misali PKK'nın farklı adlarla kurduğu örgütler gösterilerek bu yalın gerçeğin üstü örtülemez. Nitekim Ankara saldırısını da TAK diye bir örgüt üstlendi.
PKK yöneticisi Duran Kalkan'a sorarsanız 29 kişinin hayatını kaybettiği bu sıra dışı saldırı, "kendilerinin bile dizginleyemediği radikal Kürt gençlerinin" işi. Hem de PKK'yı "pasiflikle" suçlayan "fırtına" gençlerin. Elbette açıklamasının peşine daha fazla şiddeti isteyen, toptan "isyan" çağrısını eklemeyi unutmadan. Ne diyelim? Kuşkusuz hiçbir terör örgütü PKK kadar şanslı olamadı. Sözgelimi el-Kaide'nin değişik ülkelerdeki kolları ne ABD'ye "farklı" olduklarını dinletebildiler. Ne de "Selefi fırtına gençliğin" daha radikal olacağını anlatabildiler. Hiçbiri ülkelerindeki muhalefetten bu denli söylem desteği görmedi.
Baksanıza, Ankara katliamını gerçekleştiren teröriste destek veren HDP'liler hükümetten "zalimlik öğrenmeme" tavsiyesi eşliğinde eleştirebiliyor ancak. Sanki Ankara saldırısı öncesindeki terörist eylemler zalimlik değilmiş gibi. Böylesi bir atmosferde PKK, bir yandan DAİŞ türü yöntemlerle Kuzey Suriye'deki "yıkıcı" tecrübesini ülke içine taşıyor. Diğer yandan da demokrasinin nimetleriyle HDP'li vekillerini teröristlerin "taziye" evlerine gönderiyor. Diplomasi masalarındaki YPG'lileri saymıyorum bile. İşte bu çoklu fırsatlarla PKK şiddet sarmalını yoğunlaştırıyor. Ortadoğu'nun kaosundan hem savaş hem barış yoluyla ama şiddet yüklü bir "Kürt baharı" çıkarma hedefiyle.
Savurduğu tehditler de AK Parti muhalifleri eliyle üzerimize korku olarak yağdırılıyor.
Ülkenin "kötüye" gittiğini söyleyenler hiçbir demokraside kabul görmeyecek ölçüde terörü meşrulaştıracak pozisyonlar aldıklarının farkındalar mı?
Terörle mücadelenin ilk şartı siyaset- şiddet ikiliğini kırmak ise ikinci şartı da tehditlere ve korkutmalara boyun eğmemektir vesselam.