Evet, ayrılık zamanı geldi.
Deneyimim var, bilirim: yazdığınız gazeteden ayrılmak, sevgiliden ayrılmaktan daha zordur!.. Çünkü hemen hiçbirinin yüzünü görmemiş olsanız da, sizi yıllardır okumuş onbinlerce, yüzbinlerce insan söz konusudur: sevmiş veya kızmış, onaylamış veya söylenmiş, dinlemiş veya reddetmiş, ama yine de sizinle yakınlık kurmuş, akıl ve duygu yoluyla iletişim kurmuş bir kitle söz konusudur. Onların bir bölümü kendilerini öksüz kalmış gibi hissedecektir. Ama asıl öksüz kalan siz olursunuz!
Aslında talihli bir gazeteci sayılmalıyım. Ayrılık kararı hep benden geldi, hiç kovulmadım.
Bunu iftiharla söylüyorum sanmayın, sadece bir tespit yapıyorum.
Yoksa öyle kovulmalar vardır ki, çok daha fazla onur getirir.
Ayrıca çok nazlı, çok alıngan biri de değilim. Yaptığım işi öyle severim ve insanlara öyle çabuk alışırım ki, kolay kolay yerimden kımıldamam.
Bu yüzden çok az gazete değiştirdim. Cumhuriyet'te tam 27 yıl kalmıştım. Dile kolay!.. Ama zamanın geldiğini duyumsadım ve böyle bir yazıyla ayrıldım.
Sonrası hep biraz macera oldu. Orada öylesine yerleşmiş bir okur kitlem vardı ki... O okur tutucudur: sizi çok sevmiş olsalar da ayrılmanızı asla kabul etmezler, gittiğiniz yerde sizi izleyip okumazlar.
Dolayısıyla, artık hep yeni bir okur kitlesi yaratma uğraşı beni bekler olmuştu. Ama bu da heyecan verici bir çaba ve yaşamaya değer bir meydan okuma değil midir?
Böylece 1993'ten itibaren önce Milliyet'te yazdım.
Bir yıl sonra, Dinç Bilgin'in çıkaracağı ve başında eski Cumhuriyet'çi Okay Gönensin'in bulunduğu Yeni Yüzyıl'dan çağrı aldım.
Milliyet hep sevdiğim bir gazete olmuştur, ama yepyeni bir gazetede yazmak öylesine çekiciydi ki...
Ve bunu başardık. Bir aydın gazetesinin tirajını hep 100-
150 binlerde tutmak, hatta bir dönemde (bir kampanyanın katkısıyla) 700 binlere çıkarmak az şey miydi? Ama o güzelim gazete benim çok kavrayamadığım kimi hesaplara kurban edildi. Ve kapandı.
Ben de hemen sonrasında grubun 'amiral gemisi' Sabah'tan çağrı aldım. Ve orada başladım. Yıl 1998 idi.
Ama işte, buradan da ayrılıyorum.
Ne kadar büyük bir üzüntüyle olduğunu anlatamam.
Çünkü Sabah bir kitle gazetesiydi, hâlâ da öyle. Burada çok geniş, çok farklılıklar içeren, çok değişik dünya görüşlerine, ideolojilere, kültür ve yaşam düzeylerine sahip büyük bir kitleye seslenecektim.
Hem de ülkemizde gerçek birer kültür alanı oldukları hâlâ tartışmalı olan, sıradan insanın gündelik hayatına nüfuz edememiş iki alanda kalem oynatarak: sinema ve şehircilik. Şehircilikte de özellikle İstanbul.
Ama sanıyorum ki bunu başardım. Kimi zaman yaşanan krizlere, hatta kısa süreli ayrılmalara karşın, sonunda Sabah'ta 15 yıl yazdım. Bu basındaki belki en zor ve belalı, ama beni ayni ölçüde mutlu eden maceram oldu.
Ama ayrılma günü geldi.
Bunun temel nedenini biliyorsunuz: "Emek Yoksa Ben De Yokum" başlıklı yazımı hatırlarsınız. Bu sinemanın hem kendisi önemliydi, hem de temsil ettiği kültürel altyapı, tarihsel birikim ve yaşam biçimi. Bugün artık Emek yok.
Onun gerçek ve de simgesel önemini anlatamadık. Sabah bu ve Taksim Parkı, Çamlıca camii vb. konularda sütunlarını bana hep açtı, tüm eleştiri ve uyarılarımı kullandı. Sağ olsunlar...
Ama hiçbir girişimi değiştiremedik, hiçbir şeyi kurtaramadık.
Benim için artık ne sözün, ne de yazının önemi kaldı. Bu belki, artık sessiz kalmanın çığlık atmaktan daha önem kazandığı bir durumdu. Ve bırakmak kaçınılmaz oldu.
Bunca yıldır hep beni koruyup gözeten, uygar ilişkiler kurduğum tüm geçmiş ve bugünkü Sabah patronlarına, yöneticilere, yazar ve gazeteci dostlara, çalışanlara ve emekçilere gönül dolusu teşekkürler. Ayni biçimde, okur denen o büyük okyanusa da.. Yine bir yerlerde, en azından kitaplarda filan buluşmak umuduyla...
EMEK YOKSA BEN DE YOKUM YAZISI İÇİN TIKLAYIN!