Bu yıl ilk kez bir bayram yazısı yazıp, bu 'en uzun' tatilde neler yapacağımı yazdıktan sonra, bayram sonrasında bir döküm yapmak farz oldu. Hele aralarında sevgili yeğenim Kerem Kapancı'nın da bulunduğu bir avuç genç okurum bana yazıp, aynı şeyleri yapmayı deneyeceklerini söylediklerine göre..
Elbette tümüyle ayni şeyler yapılamaz. Özelikle insani ilişkilerde... Benim Ayşe Şasa veya Vedat Türkali'yle telefonla da olsa tebrikleşmem, Refik Durbaş'la bir meyhane buluşması gerçekleştirmem, Adalet Ağaoğlu ile telefonda adeta saklambaç oynamam vb. şeyleri gençler yapabilir mi? Ama önemli olan, onların da kendi çevrelerindeki yaşlılara, akraba veya tanıdıklara ilgi göstermeleri. Ki bu güzel gelenek, giderek kayboluyor. Gençler tam tersine, bayramlarda uzaklara gidip ortadan kaybolmayı yeğliyorlar. Ne yazık!... Hem o ilgiden uzak kalan yaşlılara. Hem de çok şeyler öğrenebilecekken, bunu yapamayan bizzat o gençlere...
Neyse, Refik- Bilge Durbaş ve eşsiz caz yazarı, eski dostum Sadettin Davran'la Moda Koço meyhanesinde bir araya gelebildik. Ve yıllardır gitmediğim bu güzel mekândaki tüm lezzetlerin aynen durduğuna tanık olduk. Refik, geçirdiği ağır hastalıkları yavaş yavaş atlatıyor. Bilge'nin de ona bu konuda büyük desteği var. Sadettin ise onca caz ve yaşam yazarlığından sonra, bir Boğaz köyünde antikacılıkla yetiniyor. Umarım basından birileri onu hatırlar.
Lütfi Akad'a da gittik elbette... Hoca da ileri yaşına (94) rağmen iyiydi. Duyamıyor, iyi göremiyor, dolayısıyla da yazamıyordu gerçi... Ama özel büyüteçlerle bunun üstesinden gelmeyi deniyordu: hâlâ yazacakları vardı. TV dizilerimizi izlemeye çalışıyordu. Ve görüp anlayabildiklerinden süzülüp gelen bir eleştiriyi söyledi: senaryoları beğenmiyor, onların kişilerinin yalnızca anlatılan hikâye içindeki davranışlarını gösterdiğini, onun dışındaki gündelik hayattan hiçbir iz taşımadığını belirtiyor. Ve bunun tüm gerçeklik duygusunu zedelediğini söylüyor. Ki aynen katılıyorum.
Ve de İstanbul. Bir gün Edirnekapı- Süleymaniye çevresini dolandık. 11 yıldır görülmez olan Mihrimah Sultan Camisi denen mücevherin ortaya çıkmış haline hayran kaldık. Yanıbaşındaki Sulukule'de ise işler (dönüşüm projesi) ne ağır gidiyordu! Ve bu semt, acaba eski kimlik ve neşesine kavuşabilecek miydi?
Süleymaniye'de halılara oturup, huşu içinde bu görkemli Sinan eserini izleyen yerli-yabancı kalabalığa karıştık, türbeleri gezdik, şu günlerde pek adı geçen Hürrem Sultan'ın aslen Ukraynalı olduğunu hatırladık. Onarımın bitiş tarihinin Temmuz 2011 olduğunu da görüp, bitmeyen şeyleri eleştirenleri haksız bulduk: en azından biten ana mekânın bir an önce açılmasında ne sakınca vardı? Semti de dolaştık, Süleymaniye evlerinin birer ikişer onarıldığını gördük. Darısı tüm semtin ve de külliyenin başına...
Bir gün Büyükada'ya gidip doğa sevgimizi tazeledik. En yeşil ada olan Burgaz'a yine hayran kaldık, Büyükada'nın tepesine çıkıp Marmara'ya kuşbakışı baktık, yeşili izledik, ağaçların kokusunu içimize çektik.
Ve tüm bu ziyaretlerden sonra, bu kente olan inancımız ve sevgimiz daha da pekişti. Ah bir de, birçok yazarın değindiği gibi, o normal zamanların birbirini adeta çiğneyip geçen kalabalığı, dayanılmaz hoyratlığı, görkemli egoizmi ve yerini kentliliğe bırakamayan köylülüğü de zapt-ı rapt altına alınabilse...