Geçen günlerde basına yansıyan bir haber beni alıp eski günlere götürdü. Ve hatırladıklarımı paylaşmayı düşündüm.
Ben Galatasaray'ı bitirdikten sonra, 1957 yılında o zamanki adıyla Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (şimdinin Mimar Sinan Üniversitesi) yüksek mimarlık bölümüne girdim. İlerleyen yıllarda, resim bölümünde okuyan Sami Şekeroğlu ile tanıştım. Okulda Kulüp Sinema 7 adıyla bir dernek kurmuş, film gösterileri yapıyordu. İlgi alanımız ortaktı, ama o hareketli yıllarda pek tanışıp kaynaşamadık.
Ben 1964'de mezun olup askere gittikten sonra, o bu işi sürdürdü. İlgi öylesine büyüktü ki, başka okullardan da gelenler oluyordu. Ben 1966'da döndüğümde, İstanbul'da sinema alanında kıyamet kopuyordu. 1965'de Sinematek Derneği kurulmuş, özellikle de Batı klasiklerini göstermeye başlamıştı. 1977'de Şekeroğlu, sinema kulübünü Türk Film Arşivi'ne dönüştürdü. Ve özellikle canlanmakta olan Türk sinemasına kol-kanat germeye başladı. Sinematek'in başındaki merhum dostum Onat Kutlar'la sanki iki kutuptular. Onat ne denli politik, dışa dönük, kıpır kıpır bir insansa, Sami de o denli mesafeli, içe dönük ve apolitikti. Aralarında bir tür rekabet oluşmuştu. Ve kişilikleri yaptıklarına da yansıyordu. Onat'ın yönetimindeki Sinematek bir kulüp gibi çalışıyor, özellikle o yılların sosyalist ülkelerinin ünlü filmlerini, Potemkin'den Sıradan Faşizm'e başyapıtlarını gösteriyor, bizde ise Lütfi Akad gibi klasik veya Yılmaz Güney gibi yeni bir avuç sinemacıyı savunuyordu. Artık Devlet Film Arşivi adını almış olan Şekeroğlu'nun kurumu ise tam bir sinematek gibi çalışıyor, sinemamızın bulabildiği eski-yeni tüm filmlerini topluyor ve arşivliyordu. İki kurum da çevrelerinde yoğun birer sinema hareketi yaratmışlardı, ama Arşiv bunu bir okula da dönüştürerek günümüze taşımayı da bildi. Elindeki sayısız filmin kopyası ile birlikte...
Geçenlerde şaşırtıcı birşey oldu. Arşiv'in depolarındaki 2.300 kadar kutunun bir bölümü açıldı. Ve içlerinden unutulmuş Atatürk filmleri çıktı. Hem de üzerlerinde 'haşereyle mücadele' vb. laflar yazan kutuların içinde... Aralarında ünlü Türkiye'nin Kalbi Ankara gibi belgeseller, Ata'nın nutku, İstanbul yolculuğu, Güneydoğu gezisi, cenazesi vb. haber-filmler de bulunan... Şimdi bunlar bakanlıkça onarılıyor ve önümüzde kayıp bir tarih açılıyor. Bunu okurken, aklıma sevgili Şekeroğlu'nun hep söylediği birşey geldi. Dostları bilir: yıllar boyu onca filmi, kimi zaman sahiplerine karşın ve köhnemiş telif yasalarını da çiğneyerek korumaya çalışırken, şöyle derdi: "kutularda neler olduğu ancak ben ölünce ortaya çıkacak". Allah'a şükür ölmedi, aramızda. Ama bakınız, kutuların esrarı yavaş yavaş çözülmeye başlandı. Keşke o hayattayken, hep dilimde tüy bitene dek söylediğim gibi, sevgili devletimiz bu işe el atsa...Şekeroğlu'nun nezareti altında o kutular birer birer açılsa...Ve onlardan çıkacak olan sadece Atatürk filmleri değil, tüm sinema tarihimizin kayıp ürünleri onarılıp hayata dönse...
Ve bizler oturup Muhsin Ertuğrul'dan Baha Gelenbevi'ye, Faruk Kenç'ten Osman Seden'e, Lütfi Akad'dan Metin Erksan'a, sinema tarihimizi yeniden inceleyip yazsak. Ne iyi olur...