Saçma pahalılıkta uyduruk kahve, sabahtan hazırlanmış soğuk sandviç, bulamaç haline gelmiş günün yemeği, pilili kâğıt kılıfında iki günlük muffin'ler... Çoktandır müze kafelerinde bunlara mahkum değilsiniz. Dünya müzeleri artık hediyelik mağazalarıyla da, iyi lezzetler çıkaran kafe ve restoranlarıyla da iddialı. Hatta bazen bu ikisinde vakit öyle tatlı ve hızlı geçiyor ki, insan müzeyi istediği gibi gezemeden kapanış saatine çatıp kovulabiliyor!
İstanbul
Modern'de bunu birkaç kere yaşamışlığımız vardır. Hazır o deniz TOKİ'lerinden biri önümüze park etmemişken, şu yekpare manzaraya karşı bir lokma daha, bir yudum daha diye diye kapanış anonsu duymuşluğumuz...
Kendi şehrinizdeki müzede problem değil, olmadı ertesi gün yine gidersiniz. Ama yurtdışında dünya para veriyorsunuz müze girişlerine, ayrıca da içerisi nitelikte de nicelikte de gez gez bitmez şekilde oluyor malum. O yüzden önce müzeyi dolaşıp bitir iyice; çorbayı, kahveyi nerde olsa içersin, öyle değil mi?
Hayır işte. Değil öyle.
Bir kere bazı müze restoranlarının atmosferi, sanatla o içli dışlılık hali iyi geliyor. Sonra o kadar zengin ki müzeler, insan dolanmaktan tükeniyor ve yiyip içip şarj olmak şart oluyor. Bir de üstüne ciddi iyi mutfağa sahip olanlar var; mühim şefler özellikli tabaklar çıkarıyor ve kimse onlara kapılıp da sanatı unutanı ayıplamıyor.
Daha önce de yazdım, Viyana'daki MAK'ın MoMA Store'ları aratmayan dükkânından geçilen Österreicher im MAK'taki yemeği unutamam. Şef Bernie Rieder döktürmüştü.
Bon Appetit, tam da bu konuda bir yazı yayımladı geçenlerde. Lezzetine kapılıp sanatı es geçmenin normal sayılacağı müze restoranlarını sıraladı. Şöyle: Untitled, Whitney Museum, New York: Danny Meyer'in restoranındaki yemeklerin, Renzo Piano'nun tasarladığı alanın şeffaflığından ve minimalliğinden ilham aldığı söyleniyor. Sekizinci kattaki kafeden sandviçler, çorbalar, salatalar alınıp terasta yenebiliyor.
Louisiana Museum, Humlebaek, Danimarka: Çağdaş sanat müzesinin açık büfesi namlı. Kızarmış çavdar ekmeği üstüne alabalık havyarı çok methediliyor. Üstüne de dışarıda özel elma şarabı...
Monsieur Bleu, Palais de Tokyo, Paris: Önce bir video yerleştirmesi izlersiniz, sonra da çağdaş sanat merkezinin bu çarpıcı ek bölümündeki şık brasserie'de görme/ görünme zevkinizi tatmin edersiniz.
Spritmuseum, Stockholm: Etkileyici bir restoran burası; şık ama cicili bicili değil. Şef Petter Nilsson'un elinden öğle ya da akşam yemeği (Mürverli ızgara kalkan mesela) günün bütün sıkıntılarına sünger çeker gibi görünüyor.
Nerua, Guggenheim Bilbao: El Bulli'deki mesaisinden Michelin tecrübesi de olan şef Josean Alija'nın sanatsal tabakları var burada. Yemekler de içinde bulunduğunuz Frank Gehry imzalı bina kadar azametli.
M. Wells Dinette, PS1 MoMA, New York: Queens'deki bölüme gittiğinizde, öğle yemeğinde Hugue DuFour'un havalı sınıfıyla ödüllendiriliyorsunuz. Bildiğiniz okul sınıfı burası; duvarda yeşil tahtalar ve sıralar... Sandviçleri ve atıştırma tabaklarından başka bir de brunch'ıyla tanınıyor.
RIJKS, Rijksmuseum, Amsterdam: Kereviz rotisserie, keçi yoğurtlu ve domates tozlu avokado, yerelleştirilmiş Pekin ördeği gibi çeşitlerle bir tür Neo Nordik mi diyeceğiz? Sandığınızdan daha maharetli Hollandalı lezzet ustaları var diyorlar.
Bir de eklemede bulunalım. Esaslı müze restoranlarından bahsedip de Emirgan Sakıp Sabancı Müzesi'ndeki Müzedechanga'yı anmadan bitiremeyiz. Changa'nın, Atlıköşk'ün bitişiğindeki bu güzel teraslı yeri de 10 yıl içinde The Guardian'dan Conde Nast Traveller'a birçok uluslararası yayında övgüyle söz ettirdi kendinden.
Pazar kahvaltısı ve kokteylleri çok iyidir. Fıstıklı sucuk ile humus kombini, armutlu ve mandalinalı kerevizi, karanfilli köftesi nefistir. Ama armut tatlısı başka bir şeydir; kırmızıbiberle şarapta pişer, pişmaniye ve sakızlı dondurma refakatinde gelerek kendine âşık eder. Burada yemekteyken rahatlıkla müzenin kapanış saati gelip çatabilir yani.