Alman yazar Thomas Mann'ın (1875- 1955) 'Buddenbrooklar: Bir Ailenin Çöküşü' adlı romanı ulus devlet mimarisiyle inşa edilen modern kapitalist sistemin aksayan ve yozlaşan yönlerini aile şirketlerinin kuruluş, yükseliş ve iflas aşamaları üzerinden resmeder.
Romanda bir bakıma İbn-i Haldun'un (1332-1406) devletler için geliştirdiği döngüsel tarih anlayışının ticari firmalara adapte edildiğini görüyoruz.
Mann'ın tezine göre aile şirketleri birinci kuşakta kuruluş, ikinci kuşakta yükseliş ve doruk üçüncü kuşakta ise çöküş sürecine giriyor. İş dünyası bu paradoksu 'Buddenbrook Sendromu' ile ifade ediyor.
Bu bağlamda Türkiye'yi geçen yüzyılda bir aile şirketi gibi yönetenlerin son kuşakları da derin bir kriz içinde. 14 ve 28 Mayıs seçimlerinde bir kez daha görüldüğü üzere emperyal statükocuların 'ulusal teşebbüsü' çağımızın dinamikleriyle siyasi rekabette yine yaya kaldı.
Fakat seçimlerden sonraki narsist, jakoben ve halkı aşağılayan faşizan tavırları bize 'gericilik ve bölücülük' sermayesiyle kurdukları 'ulus devlet şirketi'nin neden dağılmaya başladığını hâlâ kavrayamadıklarını gösteriyor.
***
Şurası açık ki, bu saatten sonra Yeni
Türkiye'de kimsenin
'emperyal zümrelere' tahammülü kalmadı. Geldiğimiz noktada,
Anadolu insanı artık kendi kaderini tayin edebilecek kolektif bir bilinçle hareket ediyor.
Nitekim son seçimlerdeki tercihiyle
Anadolu irfanı yine tarih yazdı. Çünkü bu millet,
eski Türkiye'ye yön veren kadroların vesayetçilikle sınırlı politikalarının sistemi dönüştürmek yerine onun içinde nasıl
asimile olup eridiğini unutmuş değil.
Zira ne kadar değişimci olursa olsun insan karşı çıktığı yapının hiyerarşik sistemi içinde kaldıkça zamanla o yapıyı ayakta tutan bir dişliye dönüşmekten kurtulamaz.
Nitekim eski Türkiye'de halkımız işgalci ideolojinin dayattığı
'antagonizmik mantığın/ çatışmacı diyalektiğin' tuzağına düşmekten kaçınamadığı için
'vaziyeti idare edenlerce' hep sömürüldü, öldürüldü, ötekileştirildi; darbelerle, terör, açlık ve şiddetle terbiye edildi.
İşte bu yüzden Türkiye geçen yüzyıl boyunca emperyal merkezin siyasal, kültürel ve ekonomik sınırlar içinde devindi durdu.
***
Şunu unutmayalım. Eğer bizi diğer canlılardan farklılaştıran özümüzü unutursak, insanlığımızı yitiririz. Tıpkı
modern kapitalist piyasa üretim sürecinin insanı eylem, irade, tavır, sosyo-kültürel geçmiş, karakter, dini aidiyet ve gelecek tasavvurundan yoksun bırakarak onu sadece
'emek gücüne sahip bir organizmaya' indirgemesi gibi.
Böylesine
'insansızlaştırılmış bir birey' ne ekonomik emeği ne de kültürel
derinliğiyle muhalifi olduğu yapıyı dönüştürebilir. Çünkü her tür
değişimin asıl lokomotifi, siyasi irademizdir.
Bu mercekten baktığımızda, Türkiye'yi son bir asırdır aile şirketi gibi yönetenlerin neden
Sayın Erdoğan'dan bu kadar nefret ettiklerini daha iyi anlarız. Çünkü Erdoğan, Yeni Türkiye'nin kurucu siyasi aktörü olarak bütün oyunlarını bozuyor. Üstelik
işgalci zihniyeti yaralayan diğer bir gerçek daha var.
O da bu milletin
Erdoğan'ın neyi sembolize ettiğinin fazlasıyla farkında olması
ve onu hiç yalnız bırakmaması. Yani aşağıladıkları
bu millet yaptığı tarihi tercihlerle
Batılı nobranlara her seçimde
siyasi bilinç dersi verdi.
Dolayısıyla Yeni Türkiye'nin ve Türkiye Yüzyılı'nın geleceği bu siyasi iradenin sistemleşmesine bağlı. Yoksa günün sonunda
karşı çıktığımız emperyal yapının bir dişlisine dönüşürüz ya da tasfiye ediliriz.
Ve geçen yüzyılda olduğu gibi ülkemize, millet ve tarihimize yine
Batılı başkentlerden bakarız. Hem de onların verdiği at gözlükleriyle...