Türkiye bugün tam yedi asır öncesinde olduğu gibi yine Batı ve Doğu arasındaki küresel güç mücadelesinin tam merkezinde yer alıyor.
Yedi asır önce bir uç beyliği olan Osmanlı Devleti o dönemdeki coğrafi, ekonomik, kültürel ve siyasi dinamikleri ustaca kullanarak bir cihan imparatorluğuna dönüşmüştü.
Osmanlı kurulurken Batı'da Haçlı seferlerinden umduğunu bulamayan Orta Çağ Avrupası ile Anadolu ve Balkanlar'daki gücü giderek azalan Bizans yer alıyordu. Doğu'da ise Moğol istilalarıyla paramparça olmuş bir İslam dünyası vardı.
O çağın süper gücü konumundaki aktör Moğollardı. Moğollar, Cengiz Han'ın (1162 - 1227) bayrağı altında 1206'da harekete geçerek 1296'ya kadar süren işgallerle Çin, Sibirya Ovaları, Orta Asya, Doğu Avrupa ve Küçük Asya'ya (Anadolu) kadar büyük bir coğrafyayı ele geçirdi.
Değerli tarihçilerimizden Cemal Kafadar, bu istilayı "Moğol barışı sayesinde Avrasya ekonomisinin küreselleşmesi" şeklinde yerinde bir kavramsallaştırma ile ifade ediyor.
Gerçekten de Moğol istilaları Büyük Avrasya coğrafyasında Kuzey'den Güney'e doğru Sibirya'dan Anadolu, İran, Suriye ve Mezopotamya'ya; Doğu'dan Batı'ya da Japonya, Kore, Hindistan, Çin ve Rusya'dan başlayıp Macaristan, İtalya, Sırbistan ve Bulgaristan'a kadar siyasi ve ekonomik güç haritasını dönüştürmediği bir ülke bırakmadı.
***
Kafadar, 1995 yılında çıkan
'İki Cihan Âresinde' isimli çığır açıcı kitabında bir uç
beyliğinden cihan imparatorluğuna dönüşen
Osmanlı'nın kuruluş ve yükseliş dönemindeki
bu dinamikleri detaylarıyla açıklıyor.
Benzer bir analojiyle diyebiliriz ki
AK Parti'nin 2002'deki iktidarından sonra
paranteze alınmış
Anadolu ülkesinden emin adımlarla bir dünya devletine dönüşen Türkiye de aynen Osmanlı
Devleti'nin refleksleriyle hareket ediyor.
Çünkü Türkiye de aradaki yedi asırlık zamana rağmen
13'üncü yüzyıldaki Osmanlı Devleti gibi mahiyet açısından hayli benzer küresel, bölgesel ve siyasi gelişmelerle karşı karşıya.
1299'da kurulan Osmanlı Devleti, Moğol istilalarının etkisini yitirdiği 1296'dan sonra darmadağın haldeki İslam dünyasının
Batı'daki en güçlü bayraktarı olarak yükseldi.
Osmanlı'nın kurulduğu ve yükseldiği
Anadolu, 12'nci yüzyılda ekonomik refahın merkeziydi. Cemal Kafadar'ın tanımlamasıyla söylersek her tür canlı hayvan, kürk, dokuma ve ipek ticaretinin yapıldığı
Maraş ve Kayseri arasındaki bölge adeta uluslararası bir fuar gibiydi.
***
Batı Anadolu ile Doğu Akdeniz'deki ticareti de
jeo-ekonomik bir güç olarak kullanan Osmanlı'nın en büyük avantajlarından biri de Selçukluların siyasi, iktisadi ve manevi mirasıydı.
Ahi Evran'lar, Yunus'lar, Mevlânâ'lar, Hacı Bektaş-ı Veli'ler, Nasreddin Hoca'lar ve Sarı Saltuk'lar gibi manevi
önderler Osmanlı'nın yükselişinde adeta birer
jeo-kültürel kaldıraç işlevi gördü.
Bugün de aynı şartlar söz konusu.
Günümüzün Moğolları diye niteleyebileceğimiz Batı dünyası, son dört asırdır devam eden işgallerle yeryüzünde neredeyse istila etmediği yer bırakmadı. Ancak onlar da Moğollar gibi sona yaklaştı. Ukrayna cephesi üzerinden
Atlantik'in Moğolları ile Avrasya güçleri arasındaki ölümcül mücadele, Türkiye'ye büyük imkânlar sunuyor. Osmanlı'nın yükselişine etki eden dinamikler bugün de geçerli.
Bunları şöyle özetleyebiliriz...
En güçlü silahımız olan coğrafyamızın uluslararası siyaset
ve ticaretteki vazgeçilmez üstünlüğü, geçmişten
tevarüs ettiğimiz
jeo-kültürel miras, yerli
savunma sanayii hamlesi ile yeniden dirilişe
önderlik eden kurucu siyasi iradenin kararlılığı.
Bu dört dinamik sayesinde Türkiye, 20 yıl gibi kısa bir sürede Anadolu ülkesinden bir dünya devletine dönüşmeye başladı.
Tarihçiler boşuna,
"İmparatorlukları yıkılsa da bir millet ve devletin genlerindeki imparatorluk asabiyesi baki kalır. Uygun zemin ve zamanda bu asabiye harekete geçer" dememişler. İşte bu yüzden
iki küresel blok arasındaki mücadelenin merkezinde yer alan Türkiye, izlediği
göz kamaştıran strateji ile 'İki Cihan Âresinde'ki atası Osmanlı'nın ustalığını aratmayan bir performans sergiliyor.